Powered By Blogger

Bumerang

24 Kasım 2016 Perşembe

NASIL ISPANYOLCA ÖĞREN(eme)DİM?


Bir önceki yazımla kendimi nasıl acındırdıysam artık, arayan arayana. Seni seviyorum cümlesini bir günde hiç bu kadar çok duymamıştım. Çok iyi geldiğini söylemeliyim. Herkese teşekkürler. Facebooka geri mi dönsem acaba? Likelayın beni oooh yeah! Ben de sizleri çok seviyorum. Merak etmeyin ben iyiyim. Henüz kafayı yeme boyutuna gelmedim.

Bugün de sizlere burada bir buçuk seneden beri yaşadığım halde, nasıl ispanyolca öğrenemediğimi anlatacağım. Sıkı durun, siz de yurtdışında yaşama kararı alırsanız, bu bilgilere ihtiyacınız olacak. Benim yaptığımın tam tersini yaparak öğrenebilirsiniz.

Öğrenemiyor olmak için öncelikle o ülkenin şartlarının zorlaşması gerek. Mesela kıtlık olacak, ne bileyim, güvenlik sıkıntısı olacak. Kafanız hep şunlarla meşgul olacak:
Un bitti, tam buğday ununu geçtim, beyaz un bile olsa olur, nerede ne kadar?”
Süt bitti, kimlik numaramın son rakamına göre, hangi gün nereden alırım? Süt tozu da mı yok?”
Bugün bachakerolar (bire alıp ona satan aracılar) beni ne kadar kazıkladı?” gibi.... Örnekler çoğaltılabilir.
Gıda konusunda bir seneden sonra kafanızı farklı şekilde meşgul ediyorsunuz. Ya biterse diye her bulduğunuzda en az 5 kilo alınca, onları nasıl tüketebilirim boyutu biraz daha keyifli. Yemek pişirmeyi çok sevdiğim için, onları tüketmeye dair fikirler bulmakta zorlanmıyorum, yemekte ise hiç zorlanmıyorum.

Güvenlikle ilgili örnek vermiyorum. Çünkü bir şey olmasın diye hafta içi hiç dışarı çıkmıyorum. Haftasonu da alışverişe ya da yakın bir parka gidiyoruz. Orada da pek iletişime geçmiyoruz yabancı olduğumuz anlaşılmasın diye. Pratik yapma ortamımız sınırlı.

Yaşadığım sitede yavaş yavaş konu komşu edindim. Ama bizdeki gibi içli dışlı olmayı sevmiyorlar. Yani çağır çağır nereye kadar. Yedirip içirmek değil mesele, bir kere de davet edilmek istiyor insan. Belki de sevmemişlerdir bizi. Ne bileyim...

Oğlumu parka indiriyorum akşamüstü. Genelde akranlarının anneleri oluyor ya da hava almaya çıkan 65 yaş grubu. Konuşmaya dalmak istiyorum. O konuda hiç çekinmem. Maksat iletişimse, ki konuşamamaktan da dilimin şişmiş olduğu düşünülürse, tam konuşucam, kulağıma alışverişte neyi ne kadara alıklarına dair rakamlar çalınıyor. "Oço mil kiniyentos, de verdaaadd? demasiadooo muy karooooo, ooo dios..." gibi. Okunuşlarını yazdım bu arada, ispanyolca bilenler hemen atlamasınlar “vallaha öğrenememiş diye”. Yani diyorlar ki, şu şurada sekiz bin beş yüz bolivar mı, gerçekten mi ?Aşırı pahalııı, aman allaahhııımm..gibi... E ben de uzaklaşıyorum tabi konu beni ilgilendirmiyorsa. Ama bebek beziyle ilgili konuşma ihtimali olan anne babaların yanına sokuluveriyorum usul usul, o harika ispanyolcamla “Nereden alıyorsunuz? Ne kadara? diye sorabiliyorum. Tabi ki bir bachakeronun adresini, ismini veriyorlar. Etrafı bilmediğim için “heee tamam diyorum, adresi siz whatsaptan şeyedersiniz.”

Bu yüzden rakamlar konusunda iyi sayılırım. Kulağım da hassaslaştı, Kedilerin kulakları sese karşı irkilir ya, benimkiler de onlarınki kadar duyarlı hale geldi burada ne zaman sonu tos toslu kelimeler kullansalar fiyat konuşuyorlar demektir.
Kiniyentos, oçesiyentos mu? Ooo site halkı bir şeylere ulaşmış ve ben bilmiyorum, hemen öğrenmeliyim. Ya ihtiyacım varsa?”
Kimse benden gizli bir şey alamaz buralarda, o kadar!

Alışverişten dönenlerin poşetlerine göz kayması, burada gayet olağan bir davranış. Benim de gözüm kayıveriyor tabi. "Aaaa, süt, pirinç, un gelmiş. Ooo hadi bakalım, nereden aldınız sorması ayıp?" diyorum. Bakın bunlar hep pratik. 

Oğlumun akranlarının anneleri, biri hariç ingilizce pratik yapmak için beni kullanıyorlar. Ciddiyim. “Ay ne zamandır konuşmuyordum, bak ne güzel oldu konuşuyoruz, çoğu kelimeyi unutmuşum diyorlar.” Sonra da yine benim dürtmemle muhabbet ediyoruz. Çünkü, biraz utangaçlar. Çok soru sorulsun istemiyorlar galiba. Tam da adamını buldular. Türküm ben sorarım. Kaçamazsınız benden.

Komşum yurtdışında yaşamaya karar vermiş, çocukları için. Beyin göçü olarak düşünebilirsiniz bu gidişleri. Bir çok insan yurtdışına kaçmak için fırsat kolluyor. Neyse, ingilizce bilmediği için, bir diğer komşumla bana haber gönderiyor, bizim gibi yabancı biri evi kiralamak isterse, haberimiz olsun diye. Burada yerlilerle sorun çıktığı için, yabancılara kiralamayı tercih ediyorlar. Diyorum ki aracı olan komşuma nereye gidiyorlarmış, neden, sormadın mı?
Yok, bunu söylemek istemeyebilirdi, o yüzden sormadım.” Naifliğe bakınız....
Ben sorardım, dur ben onu parkta kıstırayım da sorayım” dedim, epeyce güldü.

Parktaki çocuklarla muhabbet edebiliyorum biraz.
Nasılsın?, Hava da serin, ceketin nerede?” Anaçlığımla boğuyorum onları. Büyük çocuklar top oynarken de oğlumu onların koordinasyonsuz hareketlerinden kurtarmak için açıyorum pençelerimi;
Azıcık ötede oynayın, burada bebek var, görmüyor musunuz? şeklinde de tersleyebiliyorum. Bazen gelip oğlumu sevmek istiyorlar, ufak tefek anlatıyorum bir şeyler. “Uykusu var da o yüzden böyle huysuzluk yapıyor. Ehuhehuuuehe” Genelde kaçıyor çünkü, pek istemiyor kucaklanmak.

Geçenlerde 65 yaş grubu ihtiyarlar heyeti yine parktaydı. Oğlumu severek başladılar konuşmaya, sonra bir soru yağmuru. Venezuellalılar yaşlandıkça açılıyorlar demek ki, bak muhabbet etmek istiyorlar. Didiklediler baya. Sonra yalnızız diye pek bir üzüldüler. Aralarında en çok sempati duyduğum telefon numarasını verdi. İhitiyacım olursa arayabileyim diye. Şimdilerde onlarla aram çok iyi, alışveriş muhabbetlerine katılıp ben de “Ooo, yapma ya çok pahalıymış” diyorum hatta “Avrupa'dan pahalı” gibi büyük cümleler patlatıyorum.

Oğlum günde iki saat bir komşumla oyun oynuyor ispanyolca için. Öğretmeni çatır çatır ingilizce konuştuğu için, benim beynim de kolaya kaçıveriyor, o ispanyolca, ben ingilizce muhabbet ediyoruz arada. Sonunda o da pes ediyor. “Tamam tamam, belli şişmişsin yine gel iki lafın belini kıralım” diyor.

Öğretmen demek ne kadar doğru bilmiyorum, çünkü komşum ama buradaki can yoldaşımız kendisi. Dünyanın hiçbir yerinde(Buna Türkiye dahil) çocuğunuz için daha iyi bir seçenek bulamazsınız. Hem eğitimli, hem becerikli, hem iyi bir insan, güler yüzlü... Burada yaşarken mutlu olmak için tutunduğum ilk şey sağlıklı olmamız ve ikincisi de oğlumun öğretmeni. Akşamüstü de parkta ispanyolca duyuyor. Arada çizgi filmler de ispanyolca. Günde en az 5 saat yoğun bir şekilde bu dile maruz kalıyor. Ve ilk üç yaşın dil öğrenmede ne kadar önemli olduğunu okumuşsunuzdur. 

Oğlumun kabiliyeti ona özel değil. Şımarık instagram anneleri gibi;
 “Ayy benim oğlum çok ama çok zekiiii, o bir cinyıııs!” demiyeceğim. Gayet sıradan. Onun dil öğrenebilme kapasitesini gördükçe, on dili duysa da öğrenebileceğini fark ettim. 
Dil bilimci bir arkadaşım, bir tez konusunu kaçırdığını düşünüyor. Biz eşimle aramızda Türkçe konuşuyoruz doğal olarak. Günde 3 saat yoğun ispanyolca duyuyor karşılıklı. Ben dışarıda hep ingilizce konuşuyorum. Öğretmeniyle de. Eşimle eğer onun hakkında konuşacaksak, anlamasın diye ingilizce konuşuyorum. Çünkü iyi ya da kötü, çocuğun yanında konuşmanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Anlamadığı bir şey konuşmak da doğru değil belki ama diğer seçeneğe göre daha iyi.
(İngilizcem de gayet sokak dili, yanlış anlaşılma olmasın. Kendimi idare edecek kadar. Derdimi anlatıyorum çok şükür.)
Yani üç dile maruz kalıyor. Ağırlıklı olarak ispanyolca ve Türkçe. İspanyolca her şeyi anlayabiliyor. Hatta ağzımız açık kalıyor bildiği kelimeleri fark edince. Bizimle ispanyolca iletişime geçmiyor. İletişim dediğim de iki yaş çocuk dili. Uzun cümleler değil tabi ki. İki kelimeli cümleler. Aynı ortamda öğretmenine dönüp ispanyolca söylüyor, sonra bana dönüp Türkçesini söylüyor. Eşimle bana ispanyolca birşeyler söylediğinde doğal olarak anlamıyoruz, işte o zaman çok sinirleniyor. İspanyolca şarkıları söylememizi istiyor. Bazılarını ezberledim ama hepsini öğrenmem imkansız. İnanılmaz bir hızla öğreniyor. Gidemiyoruz diye üzülmek yerine, buna odaklanmaya çalışıyorum. Hem mutlu bir çocuk, hem de dili yerinde öğreniyor. Daha ne olsun.  Ne kadar öğrenebildigini, ilk üç yaşta duyduklarını ileride kullanıp kullanamayacağını ileride göreceğiz. Devam ettirmek önemli tabi ki. 

1sene kadar çok farklı bir aksanla konuşan yardımcımız Luz'dan, son üç aydır da bizimle birlikte olan Christina Teyzemizden de bahsetmek gerek. Her ikisi de Kolombiyalı. Ama Luz Kolombiya'nın sahil kesiminden, teyzemiz de dağlık bölgesinden. Sahile indikçe insanlar daha hızlı ve kaba konuşurmuş, dağa çıktıkça kibarlaşıp, ağırlaşırlarmış dedi komşumun biri. Aksan değişiminin sebebi buymuş. Bilemeyeceğim bu ne kadar genellenebilir ama Luz'u çok az anlayabiliyordum, Christina Teyzemi ise anlayabiliyorum.(İki kişi değil yardımcılar, prenses değilim daha o kadar. Luz yer beziyle buzdolabını silmeye kalkınca yollarımızı ayırdık. Hijyen sıkıntısından bahsetmiştim daha önce hatırlarsanız.)

Latinler, İtalyanlar kadar olmasa da ellerini, vücutlarını da konuşmaya dahil edebiliyorlar. Aslında bizler de öyleyiz ama latinler biraz daha tutkulu konuşuyorlar. Bu yüzden ne anlattıklarını anlamak çok da zor olmuyor. Onların da haftanın iki günü geldiğini düşünürsek, nasıl daha iyi öğrenemedim, ben de anlamıyorum. Birlikte evi topluyoruz, yemek yapıyoruz. Mutfak gereçlerinin hepsinin ispanyolcasını öğrenmek zorunda kalıyorum. Elek kelimesinin ispanyolcası çok işime yarıyor mesela. Maya, huni, çırpıcı, tava, tencere.... Kelime haznem geniş, problem onları birleştirip cümle kurabilmekte. Elimden geleni yapıyorum. 

Tek suçlu ben miyim canım? İspanyolca sanki kolay bir dil de ben öğrenemedim. Bir Almanca kadar olamasa da  evet çok zor bir dil. Kelimeler dişi de olabiliyor, erkek de. Cümlenin kurulumu bunun üzerine kurulu aslında. Ona göre değiştiriyorsunuz kelime sonlarındaki ekleri. Bana zor geldi açıkçası. Tam bir senenin sonunda da beynim ingilizceden ispanyolcaya geçiş yaptı. Şöyle ki, hani ingilizce konuşurken "Türkçesi bu ama ingilizcesi ne bilmiyorum" dersiniz ya, ya da ben diyorum sizi bilemem, şimdi aynı şey ingilizce konuşurken oluyor. "İspanyolcası şuydu ama ingilizcede neydi hatırlayamıyorum." Aslında düne kadar bildiğim bir kelimeydi. Beynim artık" E yeter artık öğren be kardeşim" demeye başladı. 

Yurtdışında uzun süre yaşamış bir arkadaşım var. Ilk başta doğal olarak o kadar çok araya ingilizce kelimeler sıkıştırırdı ki, ben de bir gün niye böyle konuştuğunu  sormuştum. Tabi bozuldu. Tuhaf geliyordu bana Türk olup da dile hakim olamaması. Bir yerde de okumuştum. Dili çok iyi bilmeyenler, iki dili karıştırarak konuşurlarmış diye...
 Ama ne oldu? Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner. Şimdi aynı durumdayım ve ne ingilizcem, ne de ispanyolcam onun konuşmasının yanına yaklaşamaz. Türkçe konuşurken de hatlar karışıyor bende, ingilizce konuşurken de...Demek ki olabiliyormuş.

İşin kötüsü, iki gram ispanyolca öğreneceğim diye Türkçe'den de olduk. İşte o kötü. Çok kitap okumak lazım çoook..

Annelik serüvenim de bir hayli zorlu geçiyor tabi bir başımıza olunca. Oğlum da sağolsun bir ara gece on kez uyanırdı, şimdilerde beşe şükrediyorum. Yemek yemesi 45 dakika, uykuya geçişi 45 dakika. E ben de insanım tabi enerjim falan kalmıyor. Bir de dil öğrenmek için ekstradan zaman ve de güç ayıramadım. Çocuksuz olsaydım bir kursa giderdim mutlaka. Oğlum öğretmenindeyken gitme seçeneğim de var ama ona da iki araba şart. Burada taksi ya da dolmuşa binme gibi bir seçeneğim yok maalesef. 

Tüm bunlar işin şakası tabi. Öğrenmek istesem öğrenirdim muhakkak. Hiç ingilizce konuşmazdım. Onlar kendi dillerini konuşmaya başlayınca ;
"Anlayamıyorum, ben çok az ispanyolca biliyorum." demezdim, anlamaya çalışırdım. Bak nasıl öğrenilir dil o zaman. Dışarıda birisi bana bir şey sorsa, eğer anlamamışsam hemen ilk cümlem bu oluyor: 
“Vallahi ben ispanyolca bilmiyorum.”
İngilizce bilen birisiyse, ki bu çok nadir, ingilizce devam ediyor konuşmaya. Değilse gülerek uzaklaşıyor benden. 

Eşim bu konuda çok iyi.
 “Anlamıyorum ama kesin şöyle demiştir diyorum ve si, si diyorum” diyor. 
Çaktırmıyor yani bilmediğini, ya da yabancı olduğunu. Ben dışarıda panik oluyorum, ya anlamazsam diye, sağolsunlar onlar da çok hızlı konuşuyorlar. Si, si demek bile gelmiyor aklıma, şapşal şapşal sırıtıveriyorum. 
Site ahalisine alıştım, kaçmıyorum. 
“Anlamadım, yavaşça tekrar eder misiniz?” bile diyebiliyorum. Hay ağzımı öpeyim!

Dil programlarından Rosetta Stone aldım. İkinci seviye bitmek üzere. Kafanıza vura vura öğretebilecek bir program. İspanya dışında bir yere gidersek, bir daha bakmam gibi geliyor. Bu yüzden üçüncü seviyeyi de bitireyim gitmeden önce diye telaş yapıyorum biraz.  Bir ara Duolingo'ya da takılmıştım. O da keyifliydi. Boş vakitlerimde bu programla dili desteklemeye çalışıyorum.
 "Ne programı? Bak hala program diyor, gidip konuşsana insanlarla. Biri şuna ispanyolca konuşulan bir ülkede yaşadığını hatırlatsın lütfen." diyorsanız haklısınız. Belki de dil öğrenmedeki en büyük hatamız bu. Grameri kapmayı planlıyoruz ilk başta. Dur şunu da öğreneyim, tamamdır, bak nasıl konuşacağım kafasındayız. Eğitim sistemimizin bize dayattığı öğrenim şekli bu çünkü. Ben ikisini de eşzamanlı götürmeye çalışıyorum aslında. Bu ülkeye gelmeden önce, hamileliğim sırasında, hem de son aylar dahil, beş aylık bir kurs geçmişim var Ankara'da. O kadar istiyordum yani öğrenmeyi. Kurs boyunca;
 "Yav past tense olmuyor, öğrenemiyorum." diyordum. Hala aynı yerde sıkıntım var. Eşim de takılıyor bana; 
"Geldin past tense, gittin past tense, sen o rosetta stoneda beşinci seviyeyi bitirsen de konuşamayacaksın bu gidişle. Sadece konuş." diyor. Haklı, ne diyeyim. 

Uykusuzluk, yorgunluk, tembellik, isteksizlik, stres.... Benim bahanelerim bunlar. Belki bir başka birisi benim yerimde olsaydı çatır çatır öğrenirdi. Kim bilir? 

Benim en iyi bahanem şu:
"Ülke üstüme üstüme üstüme geliyor, dillerini de öğrenmek istemiyorum. Tek istediğim oğlum için ve bizim ruh sağlığımız için daha modern bir yere gidebilmek."

Siz ne düşünüyorsunuz? Bu sizce yeterli bir sebep mi?







22 Kasım 2016 Salı

DÜNYANIN MERKEZİ NERESİ Kİ?


Madem yazmayacagım niye blog açarım ki? Yine uzuuun bir aradan sonra herkese merhaba. Evet hala Karakas'tayız. Eşimin 2 senesi bitti, biz de oğlumla bir buçuk seneyi devirdik. Tam Caraquenia(Karakaslı) oldum burada kalmak zorunda olunca. Bir şeyler hazırlayıp konu komşuyu çağırıyorum eve. Nerede, neyi buluruz, kaç bolivar, bu konular hakkında bir karakaslıya bile bilgi verebiliyorum. Biraz daha kalsam iyice alışacağım diye korkuyorum. Şaka tabi bu son cümle.



Daha önce Karakas'ta yaşamış olan bir arkadaşım, benim yazıları görünce bana dedi ki  "Böyle hissetmene üzüldüm. Aslında ben orada yaşamayı seviyordum biliyor musun?” Halbuki buradayken o da sıklıkla şikayet ederdi. Ama uzaktan bakmak, insanın düşünce biçimini değiştiriyor. Halime çok acımış olacak ki, gidebileceğimiz bir kaç yer ismi önerdi. Ama tabi çocuklu olarak gidebilir miyiz diye hala düşünmekteyim. Niye bir aradayken paylaşılmaz ki böyle şeyler. Türkiye'de üç ay kalarak benzeri bir hissi ben de yaşadım. “Ya kıtlık falan vardı, güvenlik sıkıntısı zordu, susuzluk da çekiyorduk ama, evim orada yahu, ben gideyim.” Tabi benim böyle hissetmemi sağlayan başka kişisel olaylar da yaşadım yurdumda. Çekirdek aile olarak bir arada olunca daha iyi hissettiğime karar verip döndüm goncamın yanına.
Normal koşullarda 15 Ağustos'ta buradaki görev süremiz bitiyordu. Ama Türkiye karıştı. Darbe girişiminden sonra her şey durdu. Uzaklardan olan biteni izlemek çok zor. Televizyon da yok burada. Türk kanalları çekmiyor. Vakit buldukça internetten takip etmeye çalıştım. Darbe gecesini bir Venezuela televizyon kanalından canlı izlemek de ilginç bir deneyimdi. Anlamak zor neler oluyor..  Çok karışık... 

Kimseye bir şey de soramadık. Beklemeye aldık kendimizi. Darbe girişimi gününe kadar kendimi o kadar iyi hissediyordum ki, o gece ile beraber her şey tepetaklak oldu. Gitme ümidim vardı çünkü o ana kadar. Ama nereye, ne zaman, nasıl gideceğiz tamamen belirsizliklerle dolu bir dünyamız oluverdi. Karanlık bir gölde yüzüyormuşum gibi... Neyin, nereden, nasıl geleceğini bilmiyorum. O yüzden gerginim hep. İnterneti de takip etmeyi bıraktım. Okudukça geriliyorum çünkü. 

Bir arkadaşımın önerisiyle kendimi “Black Mirror” adlı diziye verdim. Mutlaka izleyin. Bu diziden sonra sosyal ağlardan da yavaş yavaş uzaklaştım. Zaten benzeri bir kararı almıştım Türkiye'deyken. Bu uzaklaşma ve kendimle başbaşa kalma süreci, insanlarla aramdaki ilişkileri daha iyi anlamamı sağladı. Sorgulamadığım bir olguydu çünkü benim için.  Bu ifade daha doğru sanırım: Kendimi daha iyi tanımamı sağladı. Facebooktan fotoğraflarınızı koyduğunuzda, herkes likelıyor evet, ama sadece bakıyor, görmüyor. “He tamam Türkiye'deymiş, bak iyi de, görüşürüz nasıl olsa” diyerek herkes birbirini öteliyor. Havaalanındayken, "Aaa nasıl yani, gidiyor musunuz şimdi?" diyen de oldu. Tuhaftı tabi. Çok sık yapmadığım halde, Kıbrıs Şehitleri'nde yürürken, boyoz yerken bile yer bildirimimi yapmıştım aslında. Bunun anlamı, "gelin buraya, ben buradayım, herkesi çok özledim" demekti sosyal medya dilinde. Duyuramamışım demek ki yeterince. 

Türkiye'deyken dünyanın merkezinde olmadığımı anladım kısacası. Bu ne demek; yani oraya gidince herkes benimle görüşmek için can atacak zannettim ama herkesin kendine ait bir telaşı vardı ya da alışkanlıkları değişmişti. Kaldı ki, kimse de bana bu şekilde hissettirmek zorunda değil. Aynı kentteyken görüşmek daha kolaydı ya da gerekliydi ama uzaklaşınca “nasıl olsa bir gün, bir ara, bir grup buluşmasında görüşürüz”e döndü ilişki. Bir arkadaşım vardı, şimdi artık görüşmediğim birisi. Yurtdışından ne zaman dönse, kim var kim yok tanıdığı toplardı aynı mekana, yarım yamalak sohbetlerle gürültülü o ortam beni çok yorardı. Konuşamazdık ki adamakıllı. Paylaşım değildi yani bu yaptığımız. Ben de bu duruma düşmek istemedim ama  o kadar alakasız tipleri bir araya getirmesem de aynı iş grubundakilerle bir kahvaltıda buluştum, özel görüşebildiklerimizle görüştük bir şekilde. İsteyince yaratıyorsun o ortamı. Ama benim için gerçekten zordu çünkü ailem kente yakın bir köye taşınmıştı, arabalarını süremezdim çünkü oldukça eski ve köy içi bir araçtı. Çocuk olunca önceliği güvenlik alıyor tabi. Kullanmak istemedim. İnsanların beni aramalarını bekledim. İlk iki hafta telefon numaram uzun süre yurtdışında olduğumuz için kapanmıştı, onunla uğraştım. Whatsapp olmasa daha fena tabi, ama ona rağmen çoğu kişiyle iletişim kuramadım. Oradayken bu duruma üzüldüm ne yalan söyleyeyim. Görüşemediklerimin, iş arkadaşlarıyla birlikte bir pazar kahvaltısını sana tercih etmiş olmaları o zaman için beni biraz yaraladı. "Onları her zaman görebilirsin ama ben gideceğim" diyerek içerlemiştim, şimdi çok da takmıyorum. Uzakta olunca bir başına olmayı öğreniyorsun ve uzaktan bakınca(hem mekansal, hem mecazi anlamda) olan biteni affedebiliyorsun. Bir de şunu kabul etmek lazım galiba. Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Uzaklaşıyorsun, benim çevrem değişiyor, onların çevresi değişiyor. Etkileşimin yönü değişiyor. Hangi kentten ayrılsam, oraya dönmek istedim hep. Çocuk gibi, aynı ortamı yakalayacağım sandım. Bunu beklemek, her zaman yaptığım gibi ilk tepkim. Ama beklememeyi öğreniyorum zamanla. Sonuçta kimse bıraktığım yerde beklemiyor. 

Diyeceksiniz ki "Niye bekliyorsun?". Bir bakıma doğru aslında ama bazen kocaman bir adıma, az bir adımla yaklaşılmasını bekliyorsun. Bu da insanoğlunun zaaflarından biri. Şimdi gitsem aynı şekilde düşünmem, ya da hissetmem. Takılırım kendi kendime, buluşabilirsek ne mutlu. "Ben geldiiim hadi beni eğleyiiin!" hissimden kurtuldum çok şükür. Yaşadığımız her olay, bize bir şeyler öğretmek için var. Ve ben de bu süreçten çok şey öğrendim. Egomu törpülemek miydi bu yaptığım ya da artık ihtiyaç duymuyorum mu bilmiyorum ama hafiflediğim kesin. 

İlginç bir durum daha vardı fark ettiğim, söylemeden geçemeyeceğim. Mesela bir blog açtım hem yalnızlığımı paylaşayım, hem de yaşadıklarımı yazarak daha iyi ifade ediyorum, eş dost haberdar olsun bunlardan(iyi ya da kötü), ben de her seferinde anlatmak zorunda kalmayayım diye. Herkese aynı şeyleri anlatmak zor gelebiliyor bazen. Hele de pek iyi bir şey yoksa. Gidiyorum bir buluşmaya, herkes bana bakıyor;
“Eeee”.
 "Ne eeesi yazdım ya bloğa. Biraz da siz anlatın, ben orada bunları yaşarken siz neler yaptınız?"
Yine dünyanın merkezinde olmadığımı anladım.(Diyeceksiniz ki hatun narsist, ikide bir bu cümleyi kuruyor, kendini bir halt zannediyormuş, oh olsun) Lafın gelişi o cümleyi kuruyorum. Yani daha çok önemseneceğimi düşünmüştüm. Bunu şu anda yazarken de drama kraliçesi psikolojisinde değilim, o an için sorgulayabileceğim bir durumdu ama şimdi dedim ya uzaktan bakınca her şey daha farklı gözüküyor. Hiçbir şey hissetmiyorum. Gülüp geçiyorum hatta. 

Bloğu uzun aralıklarla, dolup taşarak yazdığım için bir solukta beş sayfa yazmışım, malum günümüz insanı pek bir meşgul, vakit bulamıyor. En yakın arkadaşın da olsa okuyamıyor. Ama çok ilginç geri dönüşler de aldım, örneğin sekiz sene birlikte çalıştığımız ve o süre içinde çok da yakın ilişkiler kuramadığım bir hatun kişi, bir solukta okumuş ve bana blogla ilgili sorular soruyor, sohbet ortamı oluşuyor. Bu, diğer yakın arkadaşlarım bana değer vermiyor demek değil, biliyorum. Farklı kişilerle etkileşimlere de kapı açıyor buraya yazmam. bu da hoşuma gidiyor. Sanki içimde alan açıyorum ve herkesi orada kucaklayabilecekmişim gibi bir duyguya kapılıyorum. 

Ünlü bir blogger olmak değil amacım, sadece paylaşmak. Çünkü başka bir ülkede yaşamak, eski alışkanlıklarından ve çevrenden koparak bir hayat kurmak insanı çok farklı bir psikolojiye sürüklüyor. Benim gibi sosyal bir manyak, kafayı yememek için yazmalı, ya da anlatmalı. Paylaşmalı kısacası. Dünyanın merkezinde hissetmek ve sosyal medyanın ego şişirmesi değil ihtiyacım olan. Karşılıklı, daha naif bulduğum bir etkileşim biçimi. Evet Black Mirror'dan sonra sosyal ağlardan tamamen koptum ama bloğa yazmayı daha samimi buluyorum. “Her şey çok süper, çok mutluyum, harika bir hayatım var”ı göstermek yerine, gerçeği anlatmak bana kendimi daha iyi hissettiriyor.Yaşadığım koşullar itibariyle, kendimi daha da izole hale getirmek istemiyorum. 

Bir diğer eleştiri de şuydu:  "Şikayet, şikayet! E biraz yorucuydu okumak."
Oldu. E ne anlatayım ben sana güzel kardeşim? Biliyorum sanal alem sizi hep iyi şeyler duymaya alıştırdı. Ya da herkes sizi kandırıyor hep iyiyiz, mutluyuz diyerek, ama çoğu yalan. Onlar da şikayet ediyor, sinirleniyor, kararsızlığa düşüyor. Hep iyi değil hayat facebooktaki gibi.  Burada abartmamaya çalışarak sadece gerçekleri anlatmaya çalışıyorum. 

İran'da yaşarken de orası hakkındaki eleştirilere internetten cevap yetiştirmeye çalışırdım. Ya da bir arkadaş buluşmasında "Ayyy ne kötü orada yaşamak" dendiğinde, hemen orayı ve oradaki insanları savunmaya geçerdim. Tebriz'deki insanları gerçekten çok sevmiştim çünkü. Ben böyleyim. Sahipleniveriyorum hemen. Duyduklarımız, anlatılanlar da aslında doğru bildiğimiz şeyler değil. Bir de bu açıdan bakın demek istiyorum aslında.   

Venezuela'da daha uzun kaldığım için daha da bir sahiplendim evet. İnternette tanımadığım biri de şöyle bir eleştiride bulunmuş; 
"Ya tamam da sosyalizme vermişsin veriştirmişsin. Amerika'nın oyunları sayesinde sosyalizm çöküşe geçti. Bir de bebeğiniz varmış ya, o yüzden siz hassas bir dönemde orada yaşamışsınız.(Bana lohusa bunalımındasın demek istiyor aslında) Aslında orası öyle değil, güllük gülistanlık vs vs..." 
Sanki Venezuelalı anne de bebek bezi bulmada sıkıntı çekmiyormuş gibi. Burada tek şikayet eden anne ben değilim ki. Ya da onların suyu kesilmiyor, bir bize garezi Venezuela'nın. Bakın bunu tekrar tekrar söylemek istiyorum. Hiçbir düşünce yapısını savunmuyorum. Evet eskiden Küba'ya ve Venezuela'ya karşı bir sempatim vardı. Bu ülkelere laf söyletmezdim. Ama artık kimsenin tarafında değilim. Sonu -izm'le biten her şeyden tiksiniyorum. Uzaktan, kitaplardan bildiğiniz sosyalizmle, burada yaşanan, ya da daha önce bizlere farklı gösterilen her şey aslında öyle değilmiş. Çünkü ben burada yaşıyorum, insanlarla konuşuyorum. Zenginlerle de, orta sınıfla da, barrioda(varoşlar) yaşayanla da konuşuyorum. Burada yaşayan bir yabancıyım sadece ve ne gözlemliyorsam, kendi gözümden size aktarmaya çalışıyorum. Ben bir sosyal manyağım dedim ya. Sorguluyorum, merak ediyorum. Ve burada fark ettiklerimi sizlere yansıtıyorum. "İmi sisyilizm kiti diil, islindiii şiylii......" diyorsanız hala sizin bileceğiniz iş. Kimseye kötü demiyorum, sadece paylaşıyorum olanı biteni. Ben yazmaya devam etme kararı aldım. 

Az yazacağım derken yine uzadı gitti konuşma. Kısa kısa, başlıklar halinde yazmayı da öğrenmeliyim. İnsanoğlunun dikkat süresi gittikçe kısalıyor. Daha kısa sürede, kendini daha iyi ifade edebilen videolar ya da yazılar okunmaya değer bulunuyor. Bunu da öğrenmem lazım belki de, denemeye çalışacağım.
Şu anda bu kadar. Daha neleer neler var anlatacağım ama sonraki yazıya.....
Sevgiler.

Not: O kadar şikayet ettim ki buraya kimse gelmek istemez biliyorum. Ama yine de söyleyeyim THY buraya direkt uçuş başlattı. Gidiş, geliş 600 dolarcık. :-) Hani cok ozlediyseniz gelin diye söylüyorum
.