Powered By Blogger

Bumerang

29 Mayıs 2017 Pazartesi

İlk Moskova İzlenimleri

Sıra geldi Moskova'yı anlatmaya...
Gelmeden önce duyduklarım şunlardı:
*Ruslar soğuk insanlar, yabancıları sevmezler.
*Hava, wikipediadan öğrendiğim kadarıyla ılıman karasal iklim. Yani 35 derecelere yükselen bir yaz dönemi de yaşanıyor.Hep kış değil.
*Rusça farklı bir alfabeye sahip ve öğrenmek çok zor.
*Moskova, dünyanın en zenginlerinin yaşadığı bir yer.
*Aşırı pahalı.
*Kadınları çok güzel.
*Erkekleri çok içiyor.

Bu kadar. Başka bir şey de bilmiyordum.

Şu ana kadar, yani Moskova'daki yaşam kesitimizin ilk üç ayında, “Burada nereden ihtiyaçlarımızı alırız?, Daha ucuz, daha uygun fiyatlı yerler nereleri?, Havanın durumuna göre dolaşabileceğimiz parklar nerede?, Gezilesi yerler var mı?” Bunları öğrendik.

Yaklaşık iki senedir zeytin yiyemeyen biz, apar topar Türk malları satan dükkanlar aradık ve bulmak hiç de zor olmadı. Kentin biraz dışında İkea'nın hemen yanında Food City var. Onun içinde istediğimiz malzemelere ulaştık ve hem içinde hem de halin orada Türk restoranları bulduk. Kentin içinde Pasha Baklava, Şef Restoran var. Alışveriş Merkezlerinin içlerinde de hemen hemen hepsinde ya Türk restoranı var ya da Azeri, Gürcü,Özbek restoranları... Arada canımız bizden bir şey yemek istediğinde, özlem bastırdığında, kendimizi bunlardan birisine attık. Kısacası bir Türk olarak yiyecek, içecek anlamında hiç zorluk yaşamadık. Ekmek kültürü de bize yakın. Turşu kurmayı onlar da seviyorlar. Türki Cumhuriyetlerin de bunda etkisi büyük sanırım. Türk restoranları dışındaki yeme içme yerlerinde de bu yüzden zorlanmadık.

Eşim işteyken, havaya rağmen hem sabah hem de akşamüstü oğlumu parklarda gezdirdim. Karakas'ta sitenin dışına çıkamıyordu. Burada dış kapının ötesinde bir dünya olduğunu fark etti ve kendini sokağa attı. Onun peşinden koşarken, ben de yakın çevremi öğrendim.

Burada öğrendiğim en önemli şey, soğuğun aslında çok da hayatımı etkilememesi gerektiği... Parklarda sürekli çocuklar vardı. Havaya hiç aldırış etmeyen Ruslar, çocuklarını özel tulumlara sokup, iyice giydirip parklarda oynamalarına izin veriyorlardı. Uyku zamanlarını da dışarda geçiriyorlardı. Ve çocukların ağızları, burunları hep açıktı. Açık havadan korkan, çocuğunu soğukta asla çıkarmaması gerektiğini öğreten, çıkaracaksak da ağzını burnunu sıkıca kapatan bir milletten gelince, bu detayın beni ne kadar şaşırttığını anlatamam. Hava soğuk diye bir şikayetleri yoktu. O çocuklar hep sokaktaydı. Sümüklü, sümüksüz hiç fark etmez... Bebek arabalarına naylon kılıfını da taktılar mı tamamdır, o çocuk iki saat uyuyorsa dışarıda uyur. Park park gezer anneler.

Gidilecek o kadar çok park var ki... Buradan döndüğümüzde en çok parkları özleyeceğim. Çocuğu koy arabasına, sıkıldın mı değiştir, başka parka yönel. Her apartmanın önünde bir park olacak şekilde kent planlaması yapılmış. Her apartman mutlaka bir yeşil alana bakıyor ve o alanın içinde mutlaka bir oyun alanı var. Bir de bu parklar çok özel, yani oyun alanları çok güzel donatılmış. Benim bile orada saatlerce oynayasım var. Daha önce yaşadığım hiçbir yerde görmedim bu denli eğlenceli ve çocuğu aktif tutan oyun alanları. Çocuklara, çocukluğa gerçekten önem veriyorlar. 

Evin tam önünde bir kreş var. Pencereden karda kışta bahçede oynayan çocukları izliyoruz bazen oğlumla. Teneffüste dışarı özellikle çıkartılıyorlar. Sadece eksi onbeş dereceden sonra dikkat ediyorlarmış. Onun dışında teneffüs teneffüstür ve dışarıda olunmalıdır. Hasta olmuyorlar mı peki bu çocuklar? Evet oluyorlarmış ve buradaki doktorlar çok zorda kalmadıkça antibiyotik vermiyorlarmış. Bu sebeple hastalığı daha uzun sürede atlatıyorlarmış. Bu da onların soğuğa karşı daha dirençli olmalarını sağlamak için.
Biz de soğuk için termal tulumlar alıp, katıldık Rus annelerinin çılgınlığına. Ve size şunu söylemeliyim, biz buraya geldiğimizde hava eksi on derecedeydi ve o kara soğuklara rağmen oğlum şükür ki hiç hasta olmadı.

Yeşile çok saygılılar. Kentin merkezinde bile çok büyük ağaçlık alanlar var. Moskova'da kalacağımız süre boyunca, gezsek yine de bitiremeyiz parkları... Bu parklarda bisikletli, yaya, patenli gezme alanları özenle yapılmış. Görüyoruz ki, sporu sevmekle kalmayıp, hayatlarının içine aktif halde sokmuşlar. Benim gibi konuşmakla kalmamışlar yani. Scooterla gezen anne ve çocuklar, patenli her yaştan insan, kaykaylar.... Gerçekten patates çuvalı gibi hissediyorum onlara bakarken. Biraz daha alışayım, bakmakla kalmayıp, onlardan öğrendiklerimi ben de yaşama geçireceğim.
Bisikletiniz olmak zorunda değil bu arada. Belediye her bir köşeye kartlarla binebileceğiniz kontörlü bisikletler yerleştirmiş. İstediğin yerden al, istediğin yere bırak.
Bisikletliye ve yayaya saygı büyük. Atın kendinizi yola, zınk diye durur herkes. Tüm kenti, ayrılmış özel yollar sayesinde baştan başa bisikletlerle dolaşabilirsiniz. Imrenilesi... Sıkıysa Istanbul'da trafiğe çık bakalım başına neler geliyor. 

Hani buraya gelmeden önce wikipediadan havanın ılıman karasal iklim olduğunu öğrendim diye yazmıştım ya, öyle değilmiş. Moskova sayesinde soğuk yanığı neymiş öğrenmiş oldum. Dudaklarımın ve ellerimin çatlakları hala tam geçmiş değil. Evet güneş mayıs başında yüzünü gösteriyor ama her daim soğuk. Şu anda Mayıs sonuna yaklaşıyoruz ve 2 gün çok güzel, 5 gün bulutlu ve serin. Tamam artık bahar geldi dediğim anda kar yağdığını gördüm ve şaşkındım tabi ki. Hava çok sıcak diye çıkarken bile mutlaka yanıma bir ince, bir de kalın ceket alıyorum, çünkü üşüyorum. Belki bu bana özgüdür, kişiden kişiye göre değişir tabi. Rüzgarı fena kesiyor. Geceleri daha soğuk. Kaloriferler, tüm kentte aynı anda kapatıldı ve evleri buz kesti. Çünkü duvarlar kalın ve taş. Mayıs başındaki güneşe aldandılar ama bana kalırsa Mayıs yirmisine kadar yanmalıydı. Siz siz olun güneşine aldanmayın. Bereniz, atkınız, ceketiniz her daim yanınınızda olsun.

Ama Ruslar benim gibi davranmıyorlar. Kışın bile çorapsız, bilek açıkta kotlarla dolaşanını gördü bu gözler. İnce çoraplı, mini etekli bayanlar, ince deri ceketli erkekler. Alışmışlar demek ki. Biz nehir kıyısında dolaşırken, parkın içine yapılmış olan güneşlenme alanı hınca hınç doluydu mesela. Hem de bikinili, mayolu insanlarla. Biz ise ailecek sarıp sarmalamıştık kendimizi o sırada. İç mekanlar çok sıcak. Bu yüzden her yerde bedava vestiyerler var. Girerken mutlaka bırakmanız önerilir. Niye elinizde taşıyasınız ki? 

İyi haber şu; soğuk havada bile her köşe başında sıcak kahve alabileceğiniz seyyar satıcı arabalar mevcut. Alın kahvenizi yudumlaya yudumlaya yürüyün tarih kokan sokaklarda...

İçmeyi gerçekten çok seviyorlar. Markette kasiyerin yanında küçük votka, kanyak şişeleri bulunuyor. Sakız gibi satılıyor. Soğuk, sıcak demeden parklarda içiyorlar. Kadınlı, erkekli iş çıkışı bir araya gelip, gazete kağıdına sardıkları şişeleri sırayla kafalarına dikiyorlar. Kar yağarken buz gibi içkileri nasıl içerler aklım almıyor ama onlar halinden memnun. Çocuk parklarının etrafında içmeme diye bir kural da yok, yayılıyorlar her yere. Ama tek bir tartışma, bulaşma olduğunu görmedim. Yine de saat ondan sonra satışının kısa bir süre önce yasaklanması güzel. Çünkü Rusya'da içki sebepli ölümler çok fazla. Bir de yiyip, içtikten sonra çöplerini temizleseler hiç fena olmaz tabi.

Pahalılığını gelmeden önce de biliyordum ama bizzat yaşamak farklı. Aşan (Ащаи) denilen marketler nispeten daha ucuz. İçlerinde her şey satılıyor. Bir kilo domatesin fiyatı 200 ile 800 ruble arasında değişiyor. 15'e bölerek TL cinsinden hesaplayabilirsiniz. Yani en ucuzu 15 TL ama yenilir gibi değil tatsız tuzsuz, güzelleri ise 40-50 TL'ye kadar çıkıyor. Ucuz olan sadece patates, havuç. Kök sebzeleri. Kılık kıyafet için de outletleri bulmanız tavsiye olunur. Burada para biriktirmek bir hayal.

Gelmeden önce burada yaşayan bir kaç ergen youtuber dinlemiştim. Moskova'da gecenin bir yarısı canınız yanar dönerli meyve tabağı isterse telefon açın, getirirler gibi anlamadığım ve komik bulduğum bir şekilde ifade etmişti buradaki yaşamın kolaylığını. 24 saat açık dükkanları görünce şimdi anlıyorum ne demek istediğini. Gece de yaşayan bir şehir. Tabi parası olana. 24 saat açık evcil hayvan dükkanı niye var bilemem. Ama çoğu dükkan gece gündüz hizmet veriyor. 

Sokaklarda tek bir kedi ya da köpek görmedim. Sebebini ve nerede olduklarını bilmiyorum. Ama çoğu evde kedi ve köpek mevcut. 

Kürk burada bir prestij ifadesi. Durumu uygun olmayanlar bile ne yapıp edip birer kürk satın alıyorlarmış. Şapkalar, kabanlar, eldivenler, ceketler her yer bana göre kan kokuyor. Kürk satın alınmasını, giyilmesini kabul edemiyorum ve de anlayamıyorum. 

Türki Cumhuriyetlerden gelenlere kötü davrandıklarını da eklemeliyim. Kendi ülkelerinde iş bulamayan milyonlar Moskova'da hizmet sektöründe çalışıyorlar. Gözümün önünde market çalışanlarıyla hem fiziksel hem sözel tartışmalarına tanık oldum.

Çok okuyan bir toplum olmalarını ayakta alkışlıyorum. Metroda, parkta, durakta her yaştan okuyan var. Her sokakta bir çocuk kütüphanesi de mevcut. Gelişmeye yemin etmiş gibiler. Takdir etmek lazım. Spor ve eğitim konusunda da beni oldukça şaşırttılar. Sanat konusunda şaşırtmadılar. Çünkü zaten dünya edebiyatında ve müzikte yetiştirdiği çok önemli sanatçılarını tüm dünya tanıyor. Yollarda yürürken, konser, sergi, müze, tiyatro etkinliklerinin reklamlarını görmek mümkün. Sanat hayatlarının tam ortasında. Burada sıkılmak mümkün değil. Havalar güzelken parkları keşfediyoruz, sanatsal etkinlikler için oğlumuzu birisine bırakabildigimiz anları kolluyoruz, müzeleri de kışa bıraktık.

Kafelerinden de bahsetmeli. Havanın soğuk olmasından kaynaklı, iç mekanlar çok güzel dekore edilmiş, içiniz ısınıyor. O kafelerde saatlerce kalıp, pencere önünde yağmuru ve karı izleyebilirim, kitap okuyabilirim.

Beyaz geceleri duymuşsunuzdur. Burası da kuzeye yakın olduğu için, bir St.Petersburg kadar olmasa da Mayıs ayının ortasından itibaren bundan nasibini alıyor. Gecenin uç buçuğunda hava aydınlık, hava saat ondan önce de kararmıyor. Şu anda Mayıs sonu, bu saatler gittikçe kayacak. Gece daha da kısalacak. Temmuz ayına kadar bu şekilde. Göz bandı olmadan uyuyamıyorum. Ama oğlum göz bandı istemediği için uykusunda sıkıntı yasıyoruz. İlk işim kalın ve de koyu renkli güneşlik almak olacak.

Trafik kurallarına uymak zorundasınız, acımasız cezaları var. Her yerde radarlar var, hız sınırını kesinlikle aşmamalısınız. Radar alarmı taktırabilirsiniz arabanıza. Radar fark edince haber veriyor. Bunu taktırmak burada serbest ama bizim ülkemizde yasak. Çocuk araba koltuğu kuralı var. Taksilerde sıkıntı yaşadık bu yüzden, sonra uygun koltugu olan taksileri çağırmayı öğrendik. Ama bunlar güvenlik için değil, sadece kuralı yerine getirmek için konan basit yükselticilerdi. Ama çocuğunuzu asla kucağınızda tutamazsınız. Polisler hemen fark ediyorlar.

Kadınlar dış güzelliğe çok özen gösteriyorlar. Hepsi bakımlı. Tamam tamam kabul ediyorum çok güzeller. Bu konuyu kısa kesiyorum.
Ailelerle çocuklar onsekiz yaşında yollarını ayırıyormuş ama ne zaman çocuk oluyor o zaman tekrar kaynaşıyorlarmış. Parklardaki babuşkalar bu durumdan çok memnun gözüküyorlar. Sanki çocuklar onların.

Greçka denen siyah buğday mutfaklarının merkezinde. Çok faydalı. Bu durumdan ben de memnunum. Can'a her gün yedirmeye özen gösteriyorum. Kefir su gibi içiliyor. Bakkala gidip bizim su almamız gibi burada kefir içmek. Bu yüzden midir bilemiyorum ama kilolu çocuk ve yetişkin çok az. Sağlıklı bir beslenme şekilleri var sanki. Her çocuk aile sağlığı merkezlerinden her hafta bedava bir koli kefirini alabiliyor. Muhteşem degil mi?

Sokaklar çok temiz. Sokak temizliği için bin bir çeşit aracı var belediyenin. Sürekli yıkıyorlar yolları.

Çok sigara içiyorlar. Soğuga aldırış etmeden kapı önlerinde sadece sigaraya izin verilen yerlerde baca gibi fosur fosur içiyorlar.

Tek sayıları uğurlu kabul ediyorlar. 7'ye takıntılılar.

Evlerine çicek almayı cok seviyorlar. Alirken de yine tek sayıda satin alıyorlar.

Sovyet zamanından kalma bir kültür olduğu içindir ki çoğu evde piyano var. Ikinci el sitesine baktığımda  bedava bile verdiklerini gördüm. Gelin, götürün diyorlar kısacası. Çoğu da çalışır durumda. Neden mi bedava veriyorlar? Daha güzellerini alabilmek içindir herhalde.

Kültür, sanat aktivitelerine önem veriyorlar. Süslenip püslenip, giyinip kuşanıp tiyatroya, baleye giden bir toplum. Gazetede Rusya'nın 500 farklı az gelişmiş bölgesinde enaz bir sinema açılacağına ilişkin bir haber okudum ve niye biz de bu tip konulara eğilmiyoruz diye içlendim.

Tarihine değer veren bir toplum. Geçmişi unutturmuyorlar. Milli günlerini büyük bir coşkuyla kutluyorlar. Tarihi binalar inanılmaz güzellikte ve korunmuş.

İstanbul kadar büyük bir kent ve nüfus da fazla. Binaları sovyet tipi küçük küçük. En büyüğü 60 metrekare. Belki de evler çok küçük olduğu için daha çok vakitlerini dışarıda geçirmeyi seviyorlar. Güneş varsa parklar, bahçeler tıklım tıklım.
O kadar çok bina olmasına rağmen yeşil alan, apartman dengesini çok iyi yapmışlar. Yollar ferah ferah. Ama otopark sıkıntısı var o kesin.
Çoğu Moskovalının kent dışında yazlık köy evleri var. Hafta sonlarını genelde orman içinde doğayla iç içe bu evlerde geçiren çok insan var.
Tam bir müze ve yeşil alan cenneti. Bir metrosu var, üç katlı ve müze gibi. Trafikten dolayı zaten metro kullanmak zorundasınız, mutlaka her bir metro durağını gezin, görün. Yavaş yavaş bunlardan da bahsedeceğim.

Bir yerde yaşarken beni en çok ilgilendiren insanlar oluyor. Yaşadığın yer ne kadar güzel olursa olsun, iletişim kuramayıp, kendimi dışlanmış, yabancı hissedeceksem ne anlamı var ki!

Soğuk insanlar dendiği halde, ön yargılı davranmamaya çalıştım. Her ne deneyimlediysem, genellememeye özen gösterdim. Ama üç ay sonunda ben de pes ettim. Çok sertler, bakışları ve konuşma tonları bize göre farklı. Kendi içlerinde çok samimi ilişkiler kurmuşlar ama içlerine dışarıdan insan almıyorlar. Bu yabancılara özgü bir şey değil. Ruslara da aynısını yapıyorlar. Örneğin, parklara gittiğimde bir sürü anne oluyor. Ama çoğunlukla babuşkalar.(Anneanne ve babaanne) Can'ın yaşıtı çocuklar varken, konuşayım, sohbet edeyim istiyorum. Sonuçta yeni gelmişim, yaşamımı kolaylaştıracak ve beni mutlu edecek tüyolar alırım umuduyla öğrendiğim birkaç kelimeyi atıyorum ortaya. Sadece merhaba var arkası yok. Çoğu insanla daha göz kontağını bile sağlayabilmiş değiliz. Birbirleriyle de konuşmuyorlar. Venezuela'da durum tam tersiydi. Asansöre binerken, insanlar birbirini tanımasa bile “merhaba, nasılsınız? diye sorulurdu. Burada mümkün değil. Ben de evin dışındaki parklarda Filipinli dadılarla ahbap oldum. Onlarla sohbet ettim bol bol. Çoğu Moskova'ya ait yaşam tüyosunu da onlardan aldım. Oğlum dışarıya çıkma takıntısını bırakıp, ilgisini site içine yönelttiğinde de Ruslarla sohbete gerek kalmadı zaten. Çünkü yüzde doksan Türklerin yaşadığı bir ortamımız var. Bildiğin Moskova'da bir Türk mahallesi gibi. Bu da bana kendimi iyi hissettiriyor.

En büyük zorluğu dışarıda alışveriş yaparken yaşadım. Google translateden çeviri yapsam da anlaşamıyorduk. Ve hemen seslerini yükseltip, azar moduna geçiyorlardı. Özellikle Rus çalışanlar. Türki Cuhuriyetlerden olanlar daha sempatikti ve özellikle Kırgız olanları Türkçe biliyorlardı. Azar yemekten o kadar bıkmıştım ki, artık ben de onlara Türkçe ağzımı bozup karşılık vermeye çalışıyordum. Bu bile rahatlatmıyordu. Amaçları kesinlikle yardımcı olmak değildi. "Ben Rusça bilmiyorum" demesini öğrendim. Ama anladım ki kırık dökük Rusça daha çok antipatik, onun yerine bunu İngilizce söylemek onları biraz daha yumuşatıyor. Neden bilmem ama öyle. Artık kasmıyorum. Abartılı çıkışlarda sinirleniyorum tabi ki, ama onlar azarlamaya başlayınca yüzlerine pis pis sırıtıyorum. Rusça bilmek burada yaşarken en önemli şey. Öğrenemem diyordum ama yaşam kurtaracak bazı kalıpları ister istemez öğreniyorsun ve üç ayın sonunda artık beynim de onların yazılarını okumayı kabul etti. Daha rahatladım diyebilirim. Yine de o kadar etkilendim ki bu itilme, kakılma olaylarından, arka sokakta bir market var, orada ingilizce konuşmaya can atan bir Rus kızcağız var. Oraya gidiyorum. Ön sokaktakinde ise Kırgız birisi var. O da bana yardımcı oluyor sağ olsun. En azından günlük stresten kurtulmuş oluyorum. Güzel ekmek satan bir fırın buldum, orası da benim yabancı olduğumu öğrendi, ekmek demeyi biliyorum artık. Ekmek diyorum o elini uzatıyor ekmeklere. O değil, bu, bu değil şu da diyebiliyorum. Seçiyorum ekmeğimi de. Yeter, daha ne olsun.

Yaşlılar beni şaşırtıyor. Yolda oğlumu sevmek için duruyorlar, onunla iletişime geçiyorlar ama orta yaş, aman Allahım, maske takmış gibi donuk bir ifadeyle bakıyorlar. Sanki aramızda kırk yıllık kan davası varmış gibi. Kişisel algılamamak lazım tabiki. Her gittiğim yerde insanlar benim istediğim gibi olmak zorunda değil. Ama yaşamımı etkileyecek kadar ilginçler, sadece bu detayı anlatmak için bunları yazıyorum.

Irkçılar mı? Bilmiyorum. Öyle olduğu söyleniyor. Yaşadığım yer itibariyle bunu pek hissetmedim. Ama şehrin az dışındaki bir parka gittiğimizde, dans eden insanları kameraya çekiyordum. Benim gibi on kişi vardı ama teyzenin biri pis pis sırıtarak, sonra da bağırarak beni bir böcek gibi sırtımdan tuttu ve kenarı itti. O anda dedim ki, tek yabancı bendim ve kurban olarak beni seçti. Yine de kişisel algılamayayım diyorum ama bilemiyorum.... Zamanla belki bu duygularım değişir.

İlk hafta metro ile bir yerlere gidiyorduk. Oğluma çikolata veren de oldu, bebek arabasına yardım edeyim mi diye sormadan el uzatan da. Vay be! demiştim, herkesin dediğinin aksine ne kadar da tatlılar. Zaman içinde yaşadığım tuhaf diyaloglar, beni bu düşünceden uzaklaştırsa da, olaylara bir bütün olarak baktığımda sadece oldukları gibi kabul etmeliyim diyorum. Kafaya takmanın da bir manası yok. Gülüp geçmek lazım. Onlar öyle biz de onlara göre farklıyız. 

Bir arkadaşımın eşi Rus. Ona sordum bunun nedenini. Gerçekten çok ilginç.

Sovyet Rusya zamanında Ruslar muhbirlerden o kadar çok yara almış ki, gittikçe kendi içlerinde yaşayan insanlar olmak zorunda kalmışlar. Kimsenin kimseye güveni kalmamış. Toplum zıt kutuplara bölünmüş. Konuşup fikrini söyleyen birden ortadan kayboluyormuş. Bu onlarda bir korku yaratmış ve sert, şüpheci, çok güçlü olmak zorunda kalmışlar. Bu yüzden kendi içlerinde bile kişisel alanları çok geniş. Ulaşmak zaman alıyor. "Bu genlerimize işlemiş ve bundan kurtulmak belki de çok uzun zaman alacak" demişti.

Başka bir arkadaşım yolda yürürken oğluyla şakalaşıyormuş, suratındaki gülümsemeyle kafasını kaldırdığında da bir adamcağızla göz göze gelmişler. Adam sinirli sinirli "Neden gülüyorsunuz ki, komik olan ne?" diye sormuş. Gülümseyen insanlar ya delidir ya da sizden bir çıkarı vardır diye algılanıyormuş. Bu şekilde şüpheci yaşamak ne zor!

Burada Rus şirketinde çalışan bir arkadaşım var. (Bu arada, üç ayda ne kadar cok arkadaşim olmuş) O da bu sert ifadelerden şikayetçi. Ama bir iki sene sonra içlerine aldıklarında da çok sıcakkanlı ve güvenilir olduklarını söylüyor. "Sır tutabilen, gammazlamayan, kötü gün dostu insanlara dönüşüveriyorlar" diye tanımlamıştı onları. "Türkler de tam tersi, ilk dakikadan itibaren sıcak ama sonra ilişki laçkalaşıyor." demişti. Bu tespit de üzerinde düşünmeye değer doğrusu.

Bir tespitimi daha paylaşmalıyım.
Dışarıda hiç engelli birisine rastlamadım desem inanır mısınız? Zaten engelli birisinin metrodaki, üst ve alt geçitlerdeki, ya da alışveriş merkezlerindeki merdivenlerden uçarak gidebilmesi mümkün olmadığına göre buna şaşırmamalıyım. İkinci Dünya Savaşı sırasında hastalıklardan ve aşıların verdiği zarardan dolayı, sayıları yadsınamayacak kadar çok engelli varmış aslında. İlk hafta bunun farkına varmıştım ve ben bebek arabasıyla bile dolaşmakta zorluk çekerken, onların tekerlekli sandalyeyle hareketlerinin sınırlanması beni üzmüştü, düşündürmüştü. 

Anlatacak ne kadar çok şey birikmiş. Aklıma daha bir sürü şey geliyor. Ama zamana yaysam daha iyi olacak. Zamanla bu gözlemlere yenileri de eklenir elbet. Uzun lafın kısası, Moskova'da yaşamak soğuğa ragmen keyifli gözüküyor. Hele biraz daha ısınsın, festivalleriyle, parklarıyla güzel vakit geçireceğimiz kesin. Kopuk kopuk yazmış olabilirim, affola! İyi okumalar.

  

5 Mayıs 2017 Cuma

Bir Kreş Hikayesi


Geleli tam üç ay oldu.
Kafamı kaldırıp gökyüzüne, derin bir nefes alma zamanı.
Kolay değil öyle hemen, dünyanın bir ucundan diğer ucuna gelip de alışıvermek. Kendi kültürüm bambaşka, Venezuela'nınki bambaşkaydı, Rusya da tam bir muamma.
Bu iş sayesinde hayatta kalma konusunda epey deneyim ediniyorum galiba.
Avantajları da var dezavantajları da. Biraz yıpratıcı. O yıpratıcı süreci atlatırsan da idare etmelik yaşıyorsun, çünkü aklının bir köşesinde hep “nasıl olsa bir gün gideceğim” var. Enerjim eskisi gibi yüksek değil. Bu sebeple kendimi oyalamak için yeni bir şeyler arıyorum hep. Mutsuz değilim. Tuhaf bir ara katmandayım sanki. Gözlemliyorum her şeyi. Kabul edişe geçiş gibi belki de... Yaşayıp göreceğiz.





Moskova hakkında epey bir bilgiye sahip oldum. Bu deneyimleri bir sonraki yazıda anlatacağım. Ben şimdilik Venezuela’dan Rusya’ya geçişi paylaşayım.







Sosyal medyadan da uzak kalmıştım. Diyet gibi bir şeydi bu benim için. Madem mutluyum niye paylaşmayayım dedim ve harika fotoğraflar (bana göre) paylaştım. Köyden indim şehre gibi, önüme çıkan her şey ilginç geliyordu. Artık Karakas'taki mahrumiyetimizi siz hayal edin.Herkes de benim için çok sevindi. Ben de çok sevinçliydim çünkü orada yapamadığım birçok şeyi burada havanın zor koşullarına rağmen yapabiliyordum. Sokakta yürümek gibi. Alışverişi eşimden bağımsız yapabilmek gibi...Basit ama beni çok mutlu eden detaylardı.
Ama bu görünenin ötesinde başka bir sorunla karşılaştık. Hayatlarımız sosyal medyadakinden farklı.
Moskova

Minik oğlum ciddi şekilde saat farkından etkilenmişti. Sürekli Caracas’taki komşularımızın adlarını sayıklıyordu. Hırçınlaşmıştı. Gece uyumuyor, istediğini yaptırmak için kendini yerden yere atıyordu. Uykuları iyice berbat olmuştu. Yemek yemiyordu. Mutsuzdu kısacası. Çocuğum bu haldeyken cennet gibi bir yerde olmuşum ne işe yarar ki!




Danıştım etrafıma. Her kafadan ayrı bir ses...
Kimisi diyordu ki “Sen ayrılamadın oradan, bu yüzden o da bağını koparamadı.”
Sen alışamadın, gerginsin, bu yüzden o da gergin.”
Travma yaşıyor, depresyonda. “
İki yaş sendromu bu ama biraz da inat. Karakteri agresif galiba.”
Hiç bu işe kalkışmayacaktınız, bak çocuk mahvoldu”...........
Yani beni sarsacak bir sürü cümle. Etiketler yapıştırmayı ne çok seviyoruz. Bir de, ebeveynler mi hep suçlu olur ?


Moskova
İki yaş sendromu ile yer değişimi bir araya gelince o da biz de zor zamanlar yaşadık. Uzun bir süre uykusuzluk çektik. Bir taraftan etrafı keşfetmeye çalışıyorduk, daha doğrusu öğrenmeye. Temel ihtiyaçlarımızı giderecek kadar tanımalıydık yeni yaşam alanımızı. Dil problemi bizi oldukça zorladı. Sora sora öğrendik, yerleştik...




 O kadar bunalmıştım ki, oğlum bir an önce kreşe başlasın istiyordum. Araştırdık, hem eve yakın olan, hem de iyi bir yer olduğu bilgisini aldığımız İngiliz oyun grubuna göndermeye karar verdik. En büyük hatayı da orada yaptık galiba. Galiba diyorum çünkü bana bağımlılığı zaten kreşten önce başlamıştı. Kreş süreci bu sorunu perçinledi. Ortamı yeni değişmişti, yine farklı bir çevreye koyuyorduk onu. İspanyolca ya da Türkçe konuşan da yoktu.
Ortam farklı, kişiler farklı, dil farklı...

Ne yapsa sonuna kadar haklıydı. Bir an önce düzenimiz otursun istiyordum. Geldikten 15 gün sonra kreş kararı almamızın birinci sebebi bu. İkinci sebebi de çok sosyal bir çocuktu, yabani değildi. Kolay alışır zannettim. Ona fazlaca güveniyordum. Okulu anlatmaya uzun zaman öncesinde başlamıştık.




İlk gün babasıyla beraber iki saat onunla birlikte kaldık.
İkinci gün ben vardım sadece ve içeri girer girmez kaynaştı herkesle, oyun oynamaya başladı. Biraz ben de oynadım sonra kapının dışına çıktım. Hatam gidiyorum dememekti. Ortadan birden kayboldum. Kapının önünde bir saat bekledim. Baktım ses çıkmıyor, her şey yolunda, etrafı keşfe çıktım. Öğretmenleri de problem yok gidebilirsiniz deyince ben de soluğu dışarıda aldım. Hiç yapmadığım şeyleri yapmaya başladım hemen, özgür hissediyordum ya sokaklarda, aldım telefonu elime, yaptım durum güncellememi. “Moskova kazan, ben kepçe” diye. Güleyim mi ağlayayım mı bilmiyorum. Yarım saat sonra aradılar “susturamıyoruz, gelin”.
Altını açmaya çalışırlarken beni istedi normal olarak ve sıkıntı da orada başladı. Ben oraya varasıya bir yarım saat daha geçti. Koşa koşa gittim. Homurdana homurdana... Kendime de kızıyordum, şartlara da. Suçlayacak birilerini, bir şeyleri aramayı da ihmal etmiyordum. Aldım, sardım, sarmaladım. Eve getirdim. İşte o günden beri yakamdan düşmüyor.
Hemen bırakmadık kreşi. Bir hafta her gün dört saat onunla birlikte gittim, geldim. İkinci hafta ilk bir saat onunla durdum, sonra durumu anlatarak çıktım onların yanından. İlk gün yarım saat denedik, sonra arttırdık 1 saate kadar. Olmadı. Hiç susmadı. Gıcık veliler gibi konuşayım, evet öğretmen de onu yeteri kadar oyalayamadı.
Neler neler okumadım ki o kreşte ağlarken. Kapı önüne çömelmiş, yine bin bir farklı fikirden hangisi daha doğru onu hissetmeye çalışıyordum. Bırakın gidin, alışacak diyenler çoğunluktaydı. Pes etmeyin deniyordu. Ama bir saat boyunca kesintisiz ağlamalar beni de öğretmenini de pes ettirdi ve onu okuldan almamızı istediler.
Kendimi düşünecek olursam, mahvolmuştum çünkü yakamdan düşmediği için tuvalete bile yalnız gidemiyordum. Dışarı çıkamıyordum, çünkü her yerde kendini yerden yere atıyordu. Kucağımdan inmiyordu, dışarda hiç yemek yemiyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım.
Onu düşünecek olursam da, kendimi çok suçlu hissediyordum. Çünkü onu hiç bilmediği bir çevrede her ne kadar alıştırarak yapmış olsak da yalnız bırakmıştık. Bir kreş macerası daha bitmişti. Bu ikinci deneyimdi. Venezuela’da da 15 aylıkken denemiştik. Kısa sürmüştü çünkü daha çok küçüktü. Hiç yalnız bırakmamıştım zaten. Tek isteğim, başka çocuklarla oyun oynamasıydı. Bir sat bile ben de yalnız kalabilsem daha mutlu olacaktım.
Evet, ben “anne mutlu değilse, çocuk da mutlu olamaz” diyenlerdenim ve sadece kendime bir alan açmaya çalışıyorum. Uzaklarda tek başınalık zor, akraba, eş, dost da olmayınca çocuk da yalnız. Kreşleri hem onun için hem beni için bir kurtuluş gibi görmüştüm. En azından bir saatliğine bırakabilsem, ne güzel olurdu diye düşünüyordum. Sonra komşumuz bize yardımcı olmaya başlamıştı da aynı apartmanda benden bağımsız üç saat kalabiliyordu. İşte ben buna güvendim. O zamanlar beni hiç aramayan çocuk, gölgem gibi peşimde dolanmaya başlamıştı.
Kreşe bir daha gitmedik. Yanından hiç ayrılmadım, sokakları birlikte geze geze keşfe çıktık yaşadığımız yeri. O da alıştı, ben de. Güvenini tekrar kazandığımı hissettiğim anda da oyun ablası gibi birisini ayarladım. Hem de parklarda dolaşırken. Şu anda Mila'yla kendi başına kalabiliyor, ben de kendime vakit ayırabiliyorum. Oğlum kendini daha iyi hissettiği için, biz de kendimizi daha iyi hissediyoruz.
Uzun lafın kısası; ben hatalarımı yazdım, siz aynı hatalara düşmeyesiniz diye.
Eğer siz de çocuğunuzu 2-3 yaş arasında kreşe vermeyi düşünüyorsanız, onu çok iyi gözlemleyin. Yazılanlar, çizilenler, anlatılanlar size uymayabilir. İnternetten diğer anne görüşlerini çok okumama rağmen gördüm ki, ne uyku eğitiminde, ne beslenmede, ne tuvalet eğitiminde anlatılan hiçbir şey bize uymadı. Her çocuk özel, kendine özgü bir birey. 
Bir de okuduğunuz ve yapamadığınız her şey size kendinizi daha kötü hissettirecek. Herkes mükemmel evlatlar yetiştirme peşinde, kusursuz anne olmak için kendini paralıyor. Okumalı, araştırmalı. Ama ne hissettiğiniz önemli. Öğretmenleri alın demeseydi de ben kreşten vaz gececektim zaten. Çünkü u kadar uzun ağlaması normal değildi. 
En kötüsü suçluluk hissi. Herkes başarıyor, ben yapamıyorum hissi. Elbet başarıcaz ama herkesle aynı zamanda değil.
Sınıftan hemen çıkıp gitmemeniz tavsiye edilen. Alıştıra alıştıra, süreyi arttırarak bırakın. Ve ilk başta ağlamaları normal evet ama bizde olduğu gibi bir saat değil. Deniliyor ki en fazla yirmi dakika ağlayacak, sonra oyuna dalacak. Eğer bu gerçekleşmiyorsa, çocuğunuz okula hazır değildir. Strese sokmanın hiçbir manası yok.
Şartlar da bu süreçleri çok etkiliyor. Onu dinleyin. Hazır olup olmadığını anlayacaksınız. Kreşe hazır değildi evet, denedik ve olmadı. Şimdi Eylül'e kadar okulla ilgili hazırlık yapacağız. Kitaplar aldım okulu anlatan, güzel hikayeler uyduruyorum eğitimle alakalı. Kendisi şimdiden okula gidelim demeye başladı. Çünkü Moskova'yı evi olarak kabul etti, burada yaşayacağını anladı. Farklı bir düzene geçiş de şu anda daha kolay. O kadar tatlı “bizim evimiz” diyor ki. Kendini buraya ait hissediyor artık. Bu tam üç ayımızı aldı. Yüzüne yayılan o dev gülümsemesi geri geldi. Artık ben de bloğa Moskova'yla alakalı bir şeyler karalayabilirim. Kendime açtığım küçük ama rahat nefes alanımda ben de daha mutluyum, o da daha huzurlu. Umarım hep böyle devam eder... Eğlenceli gezi yazılarında görüşmek üzere...
Moskova Nehri

9 Şubat 2017 Perşembe

KABUS GİBİ

Burada yaşarken fark ettiğim ilginç, bazen de tuhaf durumları bir başlık altında topluyorum. Bir hayli uzun. Haydi başlayalım:

Süpermarket kuyrukları: Vatandaşlık numaranızın son rakamına göre uygun olan günlerde sıraya girip, parmak izi vererek ihtiyaçlarınızı alıyorsunuz. Gerekli olanlar değil de genelde elde olanlar dağıtılıyor. Bu yüzden insanlar kaliteli yiyecek bulmakta zorlanıyor.

Caracas

Banka kuyrukları: Bu ülkede her şey yavaş. Sistem teknolojiye tam uyarlanabilmiş değil ve para çektiğinizde de makine bir tomar para veriyor, saymak uzun sürüyor. Güvenli de değil üstelik. Tomar tomar paraları çantanıza sokuşturup, onu da koltuk altına kıstırıp öyle dönüyorsunuz eve. Sayamadığınız için de banka görevlisi az da olsa cebine indirebiliyor.

Doktorda kuyruk: 10 kişiye aynı saate randevu verilir ve kim önce gelirse girer. Özel böyle. Devlet hastanelerini hiç anlatmayayım.

Eczane kuyrukları: Ciddi bir ilaç sıkıntısı var. Millet ne gelmişse almak için kuyruğa giriyor.

Ödeme kuyrukları: Bir şey satın almak hiç içimden gelmiyor bu sebeple. İnanılmaz yavaşlar. Nakit sıkıntısı var, kartla ödeme yapmak zorundasın ve post cihazları çok yavaş. Sistem de hızlı olmalarına izin vermiyor ama daha çok sorun kültürel yavaşlık.

Üçü resmi tam dört çeşit para bozdurma kuru var. Resmi kurları Venezuela Hükümeti temel sağlık ve gıda malzemelerinin ithalatında ve vatandaşlarının yurt dışında yapacakları harcamaları için onlara destek sağlamak amacıyla kullanıyor. Karaborsada 1 dolar 3300 bolivar. 2 resmi kur var. Birinde 1$ 10 Bolivar, digerinde ise 670 bolivar. Hal böyle olunca da bu durumu istismar eden ve bu yolla sadece remi kurdan bolivarını dolara çevirip, sonra da karaborsada bozdurarak katlayan , kısa yoldan köşeyi dönen çok kişi var. Suistimale açık bir sistem. Sistem diyemem aslında. Kafam almıyor gerçekten. Sanki sadece karışıklık çıkarmak için ortaya atılmış, ama bu karmaşayla koca bir ülke yönetiliyor. Bu kadar büyük sistem açığıyla da kimin kimden ne çaldığı, ne aldığı belli değil.

Bachakerolar da bu sistemsizlikten doğan ara elemanlar. Bulamadığınız bir ürünü onların aracılığıyla 100 bolivar iken 30000 bolivara alıyorsunuz. Örneğin bebek bezi paketinin üzerinde kaç bolivar olduğunu görüyoruz. 1000 bolivar kadar. Ama daha dün 1 paket beze 35000 bolivar vermek zorunda kaldık. Piyasada yok çünkü. 

Üretim neredeyse yok. Bu yüzden sosyalizmin çok iyi kavranamadığını düşünüyorum. Dışa bağımlılar.

Deste deste para taşıyamayacak olman sebebiyle, her yerde kartla ödeme yapmak zorunda kalman. Park ücretini bile...Yani yine bekliyoruz, yine bekliyoruz...

Aşırı pahalılık. Enflasyon rakamları çok yüksek. Kalite ile verdiğin para örtüşmüyor.

Asgari ücret yeni zamla 48000 + gıda yardımı ile 105000 bolivar. Emekliler ise gıda yardımı almıyor. Sadece 40000 bolivarla geçiniyor.

1 ekmek 500 bolivar. 1 kg et 6000 bolivar. 1 haftalık market alışverişi minimum 60000 bolivar. Orta halli bir restoranda 2 kişilik yemek 50000-10000 arasında değişiyor.

Bozuk yollar: Uzun süre zarar görmüş yol nasılsa öyle kalır, arabalar o çukurun içine düşebilir, en sonunda birisi oraya bir saksı koyar. Ya da çöp kovası. Bunun aniden karşına çıkabilme ihtimali de oldukça heyecan verici. Burada yaşarken her günümüz böyle. Adrenalin maksimumda.

Her yağmurdan sonra patlayan borular, suyla dolup taşan yollar ama buna tezat evlerde günlerce su kesintisi yaşanması.

Güvenlik sebebiyle kimsenin olmadığı sokaklara giremezsin, akşam saat 21.00'den sonra sokaklara çıkamazsın. Yine güvenlik sebebiyle dışarıda elini kolunu sallaya sallaya dolaşamazsın, takı takmamalısın. Fotoğraf da çekemezsin. Alıp kaçarlar anlamazsın bile.

Kimse kimseye güvenmiyor. Komşusunun girme ihtimaline karşı, tüm pencereler en üst katta dahi demir parmaklıklı. Bizim yaşadığımız sitede bile hırsızlık oldu. Üstelik herkes sitede yaşayan birilerinden şüpheleniyor.  Bizim sitede bile diyorum, çünkü güvenlik önlemleri alınan, korunan bir site. Garajdaki arabalara girildi yakın zamanda. Güvenlik görevlileri, bahçıvan ve evlere tadilata gelen işçiler de zan altında. Bu yüzden sürekli bir eleman değişimi var.

Kapıyı açarken kırk kez delikten bakarsın burada. Çünkü yakasına CanTV amblemini yapıştırıp, internet arızası var, tamire geldim diyerek evleri soyan kişilere rastlamak mümkün. 

Turizm konusunda tam bir hayal kırıklığı bu ülke benim için. Harika bir iklim ve harika bir doğa olmasına rağmen, Caracas'a yarım saat mesafedeki La Guaira, Vargas inşaat mezarlığı. Deniz, sahil kirli. Sahile bile inşaat dikebilmişler, hatta gökdelenimsi yapılarda yaşıyorlar denize karşı ve orada benim yazlığım var diyebiliyorlar. İki saat mesafedeki Tucacas da öyle aman aman süper değildi. Los Roques fena değildi ama daha iyi olabilirdi.

46 litre benzin zamdan önce 3.27 bolivardı.
 Şimdi ise bunun 6 katı. Ama yine de ucuz.
Hatta bize göre bedava
Ucuz benzin güzel...de güvenlikten kaynaklı gezemedikten sonra ne anlamı var. Gittiğin yerler hep aynı. Bir de ucuz olunca hatta bedava diyebiliriz, aşırı araç kullanımı var. Egzos gazı salınımı yüksek boyutlarda.

Motorcular çok tehlikeli. Trafikte giderken nereden çıkacakları belli olmuyor. Hiçbir kural tanımıyorlar.

Kıtlık. Temel gıda malzemelerine ulaşım sıkıntılı.

Ulaşsan da kalitesi çok düşük.

Güvensizlik hissi. Bir süre sonra paranoyaklaşıyorsun. Her an bir yerden birisi gelecek, çıkıverecek ve seni gasp edecek zannediyorsun. Örneğin bir gece nispeten güvenli Mirador'da yani manzara tepesindeyız. Oğlum oynuyor, uyusun diye koşturuyoruz onu. Birisi yaklaşıyor bana, farkındayım ama bakmaya korkuyorum yüzüne, dediklerini duymazdan geliyorum. Niyeyse, korktum aslında ve taş kesildim diyelim. Adamın onuncu tekrarında bir tane sigara istediğini anladım ve mahçup oldum tabi. Meğer karşı sitenin güvenlik görevlisiymiş. Dilim döndüğünce anlattım ve özür diledim.

Sürekli yiyecekten konuşuluyor olması çok can sıkıcı. Nereye ne gelmiş, ne kadarmış?

İngilizce bilen insan bulmakta zorlanıyorsun. Bulunca da yapışıyorsun. Onlar da benimle pratik yaptıkları için ispanyolcayı tam öğrenemedim zaten.

Tekstil ürünleri çok kalitesiz.

Kalitesiz deterjanlar, temizlik malzemeleri. Kir çıkarmıyorlar. Gerçi su da kirli olduğu için deterjanlar pek etkili olamıyor. Beyazlar mosmor çıkıyor.

Su bildiğiniz pis akıyor. Alt yapı yetersiz, borular eski, paslı. Lağım olmadığını bana kimse kanıtlayamaz. 

Sular çok sık kesiliyor. Belediyeyle apartmanlara su satan tanker sahipleri arasındaki mafyatik bağlantının da buna sebep olduğu, son söylentiler arasında. 

Araçlara yedek parça bulamıyorsun.Tanıdığım çoğu insan yolda kalma korkusuyla pek dışarı çıkmıyor, uzun yola gitmiyor. Arabaya bir şey olduğunda da tamir çok masraflı olacağı için servise götüremiyor. Bu yüzden trafikte kırık dökük, koli bandıyla, kartonla tamir edilmeye çalışılmış arabalar var. 

Polis ve askerlere güven duyulmuyor. Rüşvet ve ispiyon sebebiyle...


Irkçılık. Siyahi kişilere farklı davranılıyor. Eve gelen yardımcımıza plastik bardakla, bana da porselen bardakla kahve vermişti bir kafeterya.

Kolombiyalılara farklı muamele gösterilmesi. Zamanında Kolombiya kötü durumdaymış, buraya çalışmak için gelen çok olmuş. Şimdi de kendilerine bile yiyecek kalmadığı için gitmelerini istiyorlar. Onlar da gidiyor zaten.

Güvenlik sebebiyle AVM'lerde vakit geçirmek zorunda kalışımız. Ki ben kapalı yerlerden ve uzun süren alışverişlerden nefret ederim.

Süpermarketlere yiyecek gelmiş mi diye sürekli kontrol etmek zorunda kalmamız.

Kutlamalarda havai fişek çılgınlığı, aşırı gürültü.

Hafta sonları yüksek seli, müzikli ev partisi çılgınlığı.

Tatile bayılıyorlar. Zırt pırt tatil ilan ediliyor. Zaten elektrik tasarrufu sebebiyle mesai saatleri az.

Noelde 1 ay boyunca her yer kapalı. Sokaklarda in, cin top oynuyor.

Aç insanlar, sokaklarda mango ağaçlarından meyve düşürmeye çalışan insanlar, çöp karıştıran aileler.

Genç anneler. Doğum kontrolü yok. Kadınlar çok erken anne olabiliyorlar. Kürtajı dinen kabul etmiyorlar.

Yalnız anneler. Adamlarına hiç güven olmuyor buranın. Neredeyse her 3 kadından ikisi yalnız anne.

Beyaz giyinen mezhep.(Sanitero) Ayakkabısından çantasına kadar her şey beyaz olmak zorunda. Trafik durduğunda kutulara kiliseleri için para topluyorlar.

Çok hızlı konuşuyorlar. Bazen anlamam imkansızlaşıyor.

Herkes yurt dışına kaçacak fırsat kolluyor.

Plastik sıkıntısı sebebiyle kredi kartı basımı için bile 3 ay bekleyebilirsiniz.

Hastanelere kan alımından sonra yapıştırılması için kendi yara bandını götürüyorsun.

Karakas dışında bu tablo çok daha vahim. Haftanın en az 3 günü elektrik yok, 5 gün su yok. Hatta devlet dairesinde işin varsa kendi mürekkebini, kağıdını, kalemini götürüyorsun.

Her gün bir ölüm ya da gasp haberi alınması. Tuhaf ve korkutucu bir hikaye duyabiliyorsun. 10 günlük morga gelen cinayet vakası 130. Kayıtsızlarla birlikte en az 200. Son zamanlarda bunun artmasının sebebiyse, askerin içindeki yeni bir resmi yapılanma. Sözde çetelere karşı savaşıyorlar ama arada bir sürü masum gencin de gittiği söyleniyor.

Arabalar eski, evdeki ev eşyaları eski. Sanki 1950'lerdeymişiz gibi. Arabaların yedek parçaları bulunamıyor, elektronik eşyaların da. Zaten tamir edecek kalifiye eleman da yok.

Barriolar ve barriolardaki inanılmaz hayatlar.(Varoşlar)

Chavistaların ultra zengin oluşları, eğlence düşkünlüğü. Bu beni en çok hayal kırıklığına uğratan madde. Yarı çıplak kadın ve erkekleri kiralayıp dans ediyorlar. Üstelik çoluk çocuğun önünde. Nereden mi biliyorum? Bizzat bir tanesine denk geldim.

Zengin ve fakir arasındaki uçurum.

Chavez'in aslında benim bildiğim Chavez olmayışı. Hayal kırıklığım kocaman. Venezuela devrimi tam bir balon. Ama dünyada farklı tanıtmışlar kendilerini. Bu yüzden herkes alkış tutmuş onlara. Halkı bölmek adına söylenenler akıl almaz boyutta. Örneğin; onun arabası klimalıysa o zengindir ve eğer onun parasını alırsan bu suç değildir.

Chavez kendisine yapılan sözde darbe girişimi sonrasında halkı, daha doğrusu suç potansiyeli olanları kendisini korumaları için silahlandırmış. En ağır silahlarla hem de. Bu yüzden Karakas dünyanın en tehlikeli kenti şu anda. Cinayet oranı çok yüksek.

Devlet dairesinde çalışabiliyor olmak için Chavezin partisine üye olman yani Chavista olman gerek.
Devletin verdiği evlerde oturabilmen için de bu şart. Bu evleri de dayali döşeli bedavadan vermiş zamanında. Onları kendine mecbur bırakmış. 

Diş teli, estetik konusuna takmış durumdalar. Her 5 kişiden 4ünde diş teli var, kel insan yok. Diş teli furyasını ben de denedim. Herkeste görünce çok iyiler zannettim ama o da bir hayal kırıklığı. Slikonsuz göğüsler yok gibi.

İnternet yavaşlığı, sık sık arızalanması.

Hijyen sıkıntısı.

Umumi tuvaleti olmayan tek ülke burasıdır herhalde. AVMlerdekiler de çok pis. Yiyecek almak için uzun kuyruklarda bekliyorlar ve tuvalet yok. O kuyrukların yanından geçerken idrar kokusundan rahatsızlık duyabilirsiniz.

Dışarıda en iyi yerler dahi tuvalet kağıdı ve sabun sıkıntısında.

Soğuk iç mekanlar. Klimalı AVMler, süpermarketler, restoranlar. Bildiğin üşüyorum. Ama onlar üşümüyor. Yeni doğanlar bile tek kıyafetle dolaştırılıyor.

Küçük kız çocuklarına birer kadın gibi davranmayı öğretiyor çoğu aile. Makyaj, kıyafet, saç, baş.

Güzellik kraliçesi yetiştirmek için güzellik okulları var.

Makyaja çok düşkün estetikli zengin kadınlar.

Dış görünüşe çok önem veriyorlar.

Kadınlar yaşlarını gizliyorlar. Sorulmasından da hiç hoşlanmıyorlar.

Her şey tek tip. Seçme şansın yok. Kalite aramak saçma.

Her şey çok pahalı olduğu için abur cubur yemek zorunda kalmaları.

Sivrisineği çok rahatsız edici. Kıyafet üstünden bile ısırıyor. Kaşımazsan hart hurt delirebilirsin. Kaşıyınca da yaraya dönüşüyor. 

Trafik cezası yok. Hatta içki içince daha iyi araba kullanılabildiğine dair yazılar da çıkmış gazetelerde. Bu sebeple hafta sonları gece trafikte dikkat etmeniz gerekebilir.

Evet ürkütücü çok şey var. İçiniz açılsın istiyorsanız sizi bu yazıya alalım. Her yerin kendine ait avantaj ve dezavantajları var işte. Allahtan hava güzel. Bir de odundu kömürdü ugrasamazlardı. Ülke daha da felakete sürüklenmiş olurdu.

Tüm bunları yazarken “Oh! İyi ki gidiyorum da diyemiyorum. Kolay değil iki sene kaldık burada ve insanoğlu bir tuhaf, böyle bir yaşam şekline bile alışabiliyorsun. Daha doğrusu hayatına devam edebilmek için dönüşüm geçiriyorsun. Tabi biz yabancı olduğumuz için onlar kadar kıtlık çekmedik. Öyle ya da böyle bir şekilde bulmaya çalıştık. 

Tabi ki sevdiğim ve aklımın kalacağı insanlar da bu hislerime sebep. Her şeye rağmen, burayı ve buradaki insanları seviyorum. Umarım en kısa zamanda bu zor dönemi atlatırlar. Yoksa burada yaşamak gerçekten çok zor.









6 Şubat 2017 Pazartesi

DOMİNİK CUMHURİYETİ


Uzun süredir gitmek istediğimiz, ertelediğimiz Dominik Cumhuriyeti gezisini nihayet yapabildik. Venezuela'da da iş sebebiyle bulunuyoruz, her gidelim deyince de gidemiyoruz tabi ki.

Dominik Cumhuriyeti, Karayipler'de Küba'dan sonra en büyük ikinci ada olan Hispaniola'yı Haiti ile paylaşıyor. İki komşu arası da pek iyi değil. Dominik Cumhuriyeti İspanyolca konuşuyor, beyzbol meraklısı tam bir küçük Amerika. Haiti ise, Fransızca konuşuyor, daha fakir ve de karışık bir ülke. Futbol meraklısı ayrıca. İki ülke birbirine oldukça zıt.

Dominik Cumhuriyeti, iki filmin de seti olmuş. Birisi Apocalypse Now, diğeri ise Jurassic Park. Haitiyi şimdilik merak etmiyorum, şimdi Dominiği biraz gezelim.

Karakas'tan Acerca Havayolu şirketi ile bir buçuk saatte Santo Domingo'daki Las Americas havalimanına geldik. İki ülke arasındaki havalimanı bile o kadar farklıydı ki, bıraksalar orada bile bir iki saat vakit geçirebilirdim. Köyden indim şehre hesabı benimki. Daha girişte ülkenin fotoğraflarıyla, müzemsi görünüşüyle hoş geldin dedi Dominik Cumhuriyeti. Ülkeye giriş vergisi kişi başı 10$. (Ama tuhaf Venezuela şirketi Acerca, ekonomik krizin faturasını seyahat edenlere kesti ve iki yaşındaki oğlum için dahi 83$ ekstradan aldı. Ve bunu bileti satarken söylemeye bile tenezzül etmeden yaptılar.)

Para bozdurmak isterseniz, havaalanında iki tane döviz bürosu var. Devlete ait olanda 1 dolar 36 RD, biz özele bozdurduk. 46 RD. Buna da dikkat edebilirsiniz.

Santo Domingo'da yaşayan bir arkadaşımız karşıladı bizi. İş çıkışı saati olduğu için, trafiğe takılınca, 1 saatte ancak vardık şehir merkezine. Yol uzun sürünce etrafı inceleme vaktimiz de oldu. Her yerin olduğu gibi bu kentin de çok fakir bölgeleri vardı. Gökdelenlerin başladığı yerde de şehir başlıyordu. Tipik bir Amerika şehrini andırdı bana. Arkadaşlarımızın evinde bir güzel karnımızı doyurup dinlendikten sonra, Zono Colonial'deki otelimize doğru yola çıktık.

Orada Hotel Villa Colonial isimli otelde iki gün kaldık. Oldukça güzel bir butik oteldi. Bir gecelik kahvaltı dahil iki yetişkin 1 de bebek için 150$ ödedik. (Fiyatları özellikle buraya gelmek isteyenlere bir fikir vermesi amacıyla yazıyorum.) Her yer dolar da kabul ediyor bu arada. 


Biz iki yaşındaki oğlumuzla Zono Colonial'i gezerken biraz zorlandık. İki ileri bir geri, güvercin peşinden de koştuk arada, bisiklete de bindik. Özellikle bisiklet turumuz çok keyifliydi.


Pahalı bir turistik bölge olduğunun altını özellikle çizmek isterim. Üç bardak meyve suyuna 12$ verebilirsiniz mesela, üstelik bizim içtiğimiz meyve suları doğal bile değildi. Bu sebeple bütçeniz kısıtlı ise mutlaka önceden fiyatları sorun derim. Venezuela'da bulamadığımız ürünleri de buradan alalım diyerek merkezdeki süpermarket Nacional'e girdik, girmez olaydık. 200 dolar bıraktık ve adamakıllı bir şeyler de alamadık.
Soldaki Venezuela süpermarketi, sağdakiler Dominik
Çoğu şey dışarıdan geliyor, kendi üretimi olan ürünler oldukça az. Bu sebeple markette dolaşan fakir halkı hemen fark edersiniz. Bu yönüyle Venezuela'ya benzediği için, sevmedim marketlerini. Gerçi her şeyi bulabiliyorsun ama çok ama çok pahalı. Oğluma bir çift çocuk çorabı sordum, 6$ lafını duyunca, o çorabı usulca bıraktım elimden. Marketleri sevmek zorunda mısın, sana ne? diyecek olursanız, kıtlık olan ve marketlerdeki rafların bomboş olduğu bir ülkeden geldiğimi söylemek isterim. Yani turistik gezi planıma marketleri dahil etmek zorundaydım. Süt, un ve şeker görünce o rafların önünde poz bile verdim.


Nerelere gidilebilir Zona Colonial denen bölgede?












Parque Colon
Zona Colonial'in tam kalbinde, Kolomb Heykeli'nin etrafındaki restoranlarla, kafelerle çok canlı bir bölge. Banklarda oturup müzisyenleri dinleyebilirsiniz, bizim gibi güvercinlere yem verip, oldukça uzun bir zaman geçirebilirsiniz. Akşamüstüne doğru evlenecek çiftler gelip, düğün fotoğraflarını burada çekiyorlar. Oğlum bir albümü mahvetti , muhtemelen photoshopla onu silmişlerdir.



Bu parkın yanından Chu Chu Colonial Treni kalkıyor. 45 dakikalığına size güzel bir tur yapıyorlar. Fiyatı yetişkinler için 12US dolar, çocuklar için 7. Her tarife ingilizce değil. Binerken mutlaka hangi dilde tur yapılacağını sorun. Biz çocuklu olunca hemen ilk bu trene bindik. Etraf hakkında bize oldukça güzel bir fikir verdi. Sabah 9'dan akşam 16'ya kadar çalışıyor.










Catedral Primada de America
Parque Colon'un hemen yanında, Amerika kıtasındaki ayakta kalabilmiş olan en eski katedral. Kolomb'un oğlu 1514'te yapımına başlamış, 1540'ta tamamlamış. Giriş ücretsiz.



Las Damas Sokağı
Önemli tarihi binaları barındırıyor. Amerika kıtasındaki ilk taş döşenmiş sokak. Burada yürüyüş yapan Diego Colombus'un karısı ve arkadaşları sebebiyle Kadınlar Sokağı adını almış.

Las Damas Sokağında bulunan nereleri gezebilirsiniz?

-En eski koloniyal askeri bina Fortaleza Ozama bu sokakta. Avlusunda gaddar vali Nicolas de Ovando'nun heykeli var. 1970'te halka açılmış. O zamana kadar da askeri garnizon ve hapishane olarak kullanılmış. Giriş ücretli. Rehberle de anlaşabilirsiniz ama çok da gerek yok.

-Hostal Nicolas de Ovando, gaddar valinin yaşadığı yer. Şu anda otel olarak kullanılıyor.

-Casa de Francia, Hernan Cortes'in yaşadığı yer. Meksika'yı talan eden şahıs olur kendisi. Şu anda Fransız Konsolosluğu binası, içinizi gezmeniz mümkün değil ama dışı oldukça hoş.

-Panteon Nacional, 1747'de inşa edilmiş olan bir Cizvit kilisesi. Tütün deposu, tiyatro olarak da kullanılmış. 1958'de diktatör Trujillo şimdiki haline getirmiş. Kapıda nöbet tutan askerler var. İçeride Dominik'in önemli şahsiyetleri duvarları süslüyor.

-Plaza de Maria de Toledo dinlenmeniz için güzel bir meydan. Girişte kemerleri var. Pazar günleri de bit pazarı bu meydanda kuruluyormuş.

-Museo de las Casas Reales, 16.yüzyılda inşa edilmiş. Karayiplerdeki İspanyol yönetiminin merkezi olmuş. İspanyolların silah, tablo, değerli eşyaları ve Taino yerlilerine ait koleksiyonlar sergileniyor. İdareciler pencereden, bahçedeki güneş saatine bakıyorlarmış. Bahçesindeki Reloj del Sol'u de görebilirsiniz.



Alcazar de Colon Plaza Espana'da bulunuyor. Eskiden Kolomb'un oğlu Diego ve karısınıın yaşadığı yer olarak kullanılıyormuş. Şimdi ise Kolomb'a adanmış bir müze.

Alcazar de Colon
Plaza Espana, doksanların başında Amerika'nın keşfinin 500.yılı şerefine yenilenmiş. Çok geniş, canlı bir alan. Yine yeni evlenecek çiftlerin fotoğraf çekimi için tercih ettikleri bir yer. Hemen yanındaki Atrazana Sokağı'nda kafe ve restoranlarda dinlenebilirsiniz.


Monasterio de San Francisco, yeni dünyanın ilk manastırı. Harabe durumunda ama geceleri aydınlatma yapılıyor, bahçesinde konser ve gösteriler düzenleniyor.

Ruinas del Hospital San Nicolas de Bari, 1503 ile 1911 arası hizmet vermiş bir hastane. Kasırga ile yerle bir olmuş. Zemin planı haç şeklinde.


El Conde Sokağı, Parque Colon'dan Puerta Del Conde'ye kadar uzanan, trafiğe kapalı sokak. Kafe, restoran, dükkanları ile hareketli. Yerel ürünler satan işportacılar ve eserlerini sergileyen sanatçılar da görülebilir. Uzun bir yol ama yürüyüş oldukça keyifli. Bisikletin girmesine de izin veriliyor, isterseniz bisikletlerle de turalayabilirsiniz. Bu sokaktan yerel içecekleri  olan Mamajuana malzemelerini alabilirsiniz. Şişenin içine odunsu bitkileri dolduruyorsunuz, bal ve rom ekliyorsunuz, bir hafta bekledikten sonra, bu bitkiler içerdikleri özsuları içkiye salıyor. Siz de keyifle içiyorsunuz. Çok şifalı olduğu düşünülüyor, cinsel gücü de arttırıyormuş. Birden kafanıza dikmeyin.

Puerta del Conde, Dominik vatanseverliğinin ve bağımsızlığının en önemli simgelerinden biri. 1844 yılında Haiti işgali altındaki Dominikliler burada toplanmış ve darbeyle onları ülkeden kovmuş. İlk Dominik bayrağının göndere çekildiği yer. Sürekli nöbet tutan askerler var. Kapıdan girer girmez karşınıza çıkan yer Parque Independencia. Parkın içinde de Altar de la Patria var. Bağımsızlık parkının içinde bulunan bu anıt, Dominik Cumhuriyeti'nin üç ulusal kahramanı Juan Pablo Duarte, Francisco del Rosario Sanchez, Ramon Matias Mella'nın mozolelerini barındırıyor.

Convento de la Orden de los Predicadores, Yeni Dünya'da kurulan ilk manastır. İspanyolların yerli halka yaptığı zulümleri ilk defa eleştiren ve bunları yazılı olarak aktaran Peder Bartolome de las Casas'ın yazılarını yazdığı yer.


Parque Duarte, bu kilisenin hemen yanında. Gündüz sıradan gözüküyor ama geceleri gençlerin buluşma noktası.
,







Malecon, Santo Domingo'nun sahil yolu. Her Pazar trafiğe kapalı. Sahil boyunca otel, restoran ve parklar var. Ama geç saatlerde dikkat etmeniz tavsiye ediliyor.


Zona Colonial bize çok pahalı geldi. Yerel yemekleri habichuela fasulyesini pilav üstü yiyorlar. Tebriz'li birisiyle tanıştık. Seneler önce yerleşmiş oraya. Biz de daha önce Tebriz'de yaşadığımız için, biraz memleketi hakkında sohpet ettik. Onun tavsiyesiyle bir Lübnan restoranını tercih ettik. 2 kişilik yemek için de 40$ para ödedik.

Gündüz bakkal, akşamları ise kafe-bar olarak faaliyet gösteren dükkanları çok hoş. Danseden, bira içip günün yorgunluğunu atmak isteyen, domino oynayan halkı oralarda görebilirsiniz. Bira içip siz de o ortamın büyüsüne kendinizi kaptırabilirsiniz. En meşhur biraları President.

Barrio Chino, gerçekten Çinlilerin yaşadığı bir Çin Mahallesi. Gündüz gezin geçin, ama geceleri uğramayın.


Zona Colonial dışında gidilebilecek yerler de var. Biz Punta Cana otobüs saatimize kadar dört saat için 40 dolara bir taksiciyle anlaştık. Bizi Kolomb'un fenerine, Üç Gözler mağarasına ve Ulusal Akvaryuma götürdü. Ulusal Akvaryuma gitmemizin sebebi malum çocuklu olmamızdı ama ondan daha çok biz ilgilendik balıklarla. Akvaryumdan çok, Karayip Denizi'ne bakan parkı ilgi çekiciydi.

Ulusal Akvaryumun parkı

Ulusal Akvaryum

Akvaryum Parkı
Faro a Colon
Dışarıdan bitmemiş bir inşaata benziyor. Kolomb'un Amerika'ya ayak basışını onurlandırmak için 1992 yılında yapımına başlanmış. Amerika'nın keşfinin 500.yıldönümü yani. Ozama Nehrinin doğusunda yer alıyor. Kaldığımız otelde bize burasının Dominikliler için bir utanç kaynağı olduğundan bahsedilmişti. Gidip görmeseniz de olur bile dediler. Çünkü yapılması için binlerce gecekondu sakini evlerinden edilmiş. Dominik Cumhuriyeti de yaklaşık 70 milyon dolar kaybetmiş. Estetik açıdan da oldukça çirkin bir yapı. Aslında 10 katlı bina yüksekliğinde. Uzaktan da çok büyükmüş gibi gözüküyor. Üzerinde, topraklarında bir zamanlar yerlilerin yaşadığı ülkelerin isimleri bulunuyor. Bu deniz fenerinin içinde birçok ülkeye ait köşeler yapılmış. Kolomb'un ziyaret ettiği ülkeler olarak seçilmiş sandık önce. Ama ilgisi yok. Nedenini anlamadığımız ülkeler de vardı.

Faro a Colon

Orada Dominikli çocuklarla karşılaştık. Fenerin girişindeki kiliseye pazar ayini için gelmişlerdi. Oğlumla epey oynadılar. Biz de bu lokumları bol bol fotoğrafladık.

Kolombus Feneri'nde
Kolombus Feneri'nde


Popüler kültürde yer etmiş düşünce, Kolomb'un Amerika'yı keşfetmiş olduğu. Halbuki Amerika, yerli halklar tarafından asırlar önce keşfedilmiş. Üstelik Kolomb, Amerika'ya ayak basan ilk Avrupalı bile değil. Fakat onun farkı gelip de kalan ilk Avrupalı olması. Ve peşinden başka Avrupalıları sürüklemekte gecikmemiş. Bugün, özellikle Amerikan yerlilerinin Kolomb'a ve yaptıklarına yaklaşımı çok daha eleştirel. Taini yerlilerinin nesillerinin İspanyollarla temastan sonra aşırı çalıştırılmaktan ve de yeni tanıştıkları Avrupai hastalıklar yüzünden son hızla tükenmesi bu düşüncenin başlıca sebeplerinden. Keşfin ardından sistematik olarak köleleştirilen Taino yerlilerinin nüfusu, yarım yüzyıl içinde %90 oranında azalmış. Bu bilgiyi de öğrenince fener, benim için de bir utanç kaynağı olmaya başladı.

Kolombus Feneri - Faro a Colon
Yapının deniz feneri özelliği komşu ülke Porto Riko'dan bile görülebilecek denli güçlü bir ışık yansıtabiliyormuş. Daha da önemlisi bu ışık haç biçiminde.

Bir müze olarak planlanan bu yapı, Kolomb'a ait olduğu düşünülen külleri de barındıran bir mozole. Yapının uzun kenarı 210 metrelik devasa bir haç şeklinde tasarlanmış formu da, Amerika'nın hristiyanlaştırılmasını herkesin gözüne sokmak istercesine sembolik. Yine de gidip bir görün derim. Tercih sizin.


Kolombus Feneri -Faro a Colon

Kolombus Feneri - Faro a Colon

Kolombus Feneri- Faro a Colon

Kolombus Feneri - Faro a Colon

Kolombus Feneri - Faro a Colon

Los Tres Ojos
Üç göz anlamına geliyor. Kireçtaşı binlerce yıl içinde suyun erozyonuna uğramış. Son derece etkileyici mağaralar, geçit ve göller oluşturmuş. Taini yerlileri bu alanı kutsal olarak kabul ediyormuş. İnanılmaz huzurlu bir yer. Kayalara açılan bir delikten merdivenlerle aşağıya iniyorsunuz. Üçüncü göle gidebilmek için sala biniyorsunuz. Muazzam bir yer. Başka bir dünyadaymışsınız hissi veriyor. Kalabalık olmasa, saatlerinizi geçirebileceğiniz bir ortam. Büyülü bir yermiş gibi. Müthiş güzellikte sarıp sarmalayan bitkiler, su, güneş ışığının oyunları, balıklar....

Tres Ojos
Bizim dikkatimiz çocuk peşinde koşarken dağıldığı için rehberli gezdik. Sıkı pazarlık yaptık. 25dolardan 10dolara indirebildik. Pek de gerek var mı, aslında yok. Kendiniz durumu değerlendirin. 


Tres Ojos
Tres Ojos'tan sonra, kapıda bekleyen taksiye bindik ve garajın yolunu tuttuk. Bu coğrafyada beklemek kader. Yine bekledik ama garajdaki insanlarla kaynaşmak da güzeldi. Kişi başı 10 dolara Punta Cana'ya yola koyulduk. 3saat sürdü yol. Çok dar koltuklar sebebiyle ve mecburi izlemek zorunda kaldığımız eski yapım bir filmle, bebemiz de kucakta zor oldu. Bu yüzden dönüşte havaalanına kadar taksi kiraladık. Uzun bir yol olduğu için 150 dolara anlaşabildik.


Tres Ojos


Tres Ojos

Doğal damlamalarla oluşmuş yunus şeklindeki kireç taşı

Tres Ojos

Punta Cana
Küba'nın Varadero'su gibi, bizim Antalya'mız gibi. 3gün de burada kalarak dinlendik. Pek yakında güneşi özleyeceğimiz bir coğrafyaya gideceğimiz için D vitamini depoladık kuzey yarımküreye göre kışın ortasında.

Punta Cana

Punta Cana

Güzel bir geziydi. Amerika'nın acılarla dolu hikayesinin başladığı yeri görmeli. Sömürge tarihinin oynadığı oyunlarla aynı adada buluşan iki halkın, nasıl da birbirlerine düşman olduklarını anlamalı.
Venezuelalılara benzerlikleri de vardı. Aşırı pahalılık, bir tarafta ultra zenginlik, diğer tarafta ise fakirlik... Haitililerin her yerde iş hayatında olduğunu da fark edeceksiniz. Birbirine düşman iki ülke oldukları için ırkçılığın da hat safhada olduğunu düşünüyorum. Az paraya çok çalıştırılan göçmenlerin kaderi maalesef her yerde aynı.

Biraz pahalı bir ülke olsa da sadece deniz, güneş ve kum değil, detaylı tarihiyle de gezilesi, görülesi bir yer... 


Punta Cana