Powered By Blogger

Bumerang

26 Ocak 2017 Perşembe

Küba Gezisi

Venezuela'dan ayrılmadan buraya yakın gezebildiğimiz bir iki yeri de yazmalı. Bunlardan birisi Küba.

Venezuela ile Küba arasında bir anlaşma yapılmış zamanında. Daha uygun fiyatlara turlar düzenliyorlar. Ama bunun için sıraya girmeniz gerekiyor. Biz de sıraya girdik ve komik bir fiyata bir haftalık bir tatil kaptık. Bu tatil tam bir sene önce gerçekleşti bu arada. Şu anda bu imkan da kalmadı.



Hayallerimi süsleyen bir ülkeydi Küba. Ergen dönemlerimde Che Guevara tişörtlerini üzerimde gururla taşırdım. Rengi solsa bile kıyamazdım atmaya. Dünyaya baş kaldıran bu ülke doğasıyla, havasıyla, ideolojisiyle, kültürüyle, dansıyla hep beni çağırırdı uzaklardan. Kitaplarda okuduklarımla, arkadaş toplantılarında birbirimizi gazlamalarımızla, gidilesi görülesi yerler listesinde hep birinci sıradaydı. 

Amerika'yı hiç görmek istemedim mesela. Ama Küba'ya mutlaka gidilmeliydi. Bu yaptığımız turu Türkiye'den alsak karşılayamazdık. Çünkü her şey dahil bir turdu. Rehberiyle, şehir turuyla, yiyeceğiyle, içeceğiyle tam bir paketti. Buradan aldığımız fiyat ise gerçekten de çok düşüktü. Şans işte, Venezuela'dan gidip görmek gerekmiş. 

Unesco araştırmasına göre, dünyada en çok görülmek istenen ülke Küba'ymış. Şanslıyız ki Fidel'in Kübası'nı da görebildik.










                           

Küba'ya gitmeden önce bilinmesi gerekenler var değil mi? Klasik internet bilgileri:

Yüzölçümü 110Bin kilometrekare. Ülke, bir uçtan bir uca 1300km.

Para birimi cuc. 1 Cuc=1 euro. Kendi kullandıkları para birimi ise peso. Cuc sadece turistler tarafından kullanılıyor. Ama ne kadar halkın arasına karışırsanız o kadar ucuz bir tatil yaparsınız. Peso kullanan restoranlar elbette daha uygun fiyata hizmet veriyorlar.
















60 bin tane, en yenisi 1959 model olan Amerikan arabaları var. Yedek parça yok, tamirde çok iyiler. Bu işi babadan oğula devrederek öğreniyorlar.

Taksicilere dikkat edin derim. Binmeden önce anlaşın. Fazla fiyat söyleme ihtimalleri var. Taksilerin %95'i devletin. Şoförler memur olarak çalışıyor. Taksilerin benzinleri de devletten.

Spor onlar için çok önemli. Özellikle de beysbol.

Latin Amerika'nın ilk treni, şeker kamışı taşımacılığı için yapılmış. Şimdi ise kullanılmıyor.











İnternet yeni yeni biliniyor. Kullanımı pahalı.

Dünya'nın en büyük resmi Küba'da. Frida Cahlo'nun kocası yapmış. Diego Rivera.

Dünyada en çok şeker kamışı ve tütün üreten ülke. Bu yüzden zamanında kölelerin en yoğun şekilde çalıştırıldığı, bulunduğu ülkeymiş.

Küba'nın dış borcu yok(!), borsası yok, bankası yok.














2 yıl zorunlu askerlik var. Kadınlar gönüllü iseler gidebilirler.

Anayasada devletin dini diye bir madde yok. Dinin uygulanmasına karışılmıyor.

1959 yılından sonra ülkede işlenen cinayet sayısı bini geçmiyor.

Çiftçiler tarlalarını satamıyor, babadan oğula devrediliyor.










Yürürlükte olan anayasa 1976 anayasası.

2011 yılına kadar vatandaşlar ev ve arabalarını satamıyorlarmış. Evi sizden alan kişinin 20 yıl bir başkasına satamama maddesiyle buna izin verilmiş. Amaç rant yaratmamak tabi.

ABD'de yaşayan Kübalılar ülkelerine 3 yılda bir gelebiliyorlarmış. Obama'dan sonra yılda 1 kez gelmelerine izin verilmiş.

Amerika'nın izni olmadan hiçbir ülke Küba ile alışveriş yapamıyor.  (Bu bilgi şüpheli. Çin ve Rusya ile hatta bazı Latin Amerika ülkeleriyle bal gibi de yapıyor.)











Komünist rejimle yönetiliyor.

Küba'da gezmek için ya da balık tutmak için bile olsa deniz taşıtı yok.











Amerikan ambargosundan (abluka) sonra en büyük darbeyi ilaçta yemişler. Mecbur kalınca da bu konuda kendilerini geliştirmişler. Tıp eğitimi çok başarılı, dünyanın en iyi tansiyon düşürücü ilacı burada üretiliyor. Küba devleti yetiştirdiği doktorları dünyanın dört bir yerine eğitime gönderiyor. Herkes bedava sağlık hizmetlerinden faydalanıyormuş. Latin Amerika'da ihtiyacı olan ülkelere de yardım ediyorlarmış.

Devlet 12 yaşına kadar ücretsiz öğle yemeği, ve ikişer takım okul kıyafeti veriyor.
7 yaşına gelen öğrenciler komünizme bağlı kalacaklarına dair yemin ediyorlar. Boyunlarına kırmızı fular takılıyor.

Okuldaki puan durumuna göre üniversiteye gidilebiliyor. Üniversite sınavı yok. Yönlendirme var. Meslek lisesine giden üniversiteye gidemiyor.

Küba'da lise eğitimi %100, üniversite eğitimi %15.











1997 yılında turizme açılmaya karar veriyorlar. İki tip otel işletmesi var. Birinde otelin tamamı devletin. Buradaki personel de memur olarak çalışıyor. İkincisinde %51 devlete ait, %49'u İspanyolların. Üst yönetim harici tüm personel Kübalı olmak zorunda. Maaşlar devlete ödeniyor. Devlet maaşı Küba'ya göre ayarlayıp personele ödüyor. Aradaki fark da devlete kalıyor. Otelin ihtiyaçları eğer varsa Küba'dan alınmak zorunda.

Yılda 2 milyon turist geliyor. 2 milyar dolar da turizm geliri var.

Puro sanıldığı gibi bacakta sarılmıyor. Tohumdan içime kadar 136 ayrı işlemden geçiriliyor. Bir işçi günde 100-200 arası puro sarabiliyor. Her işçinin günde 1 puro alma hakkı var. ister içer, ister satar.

Evet öğrenmemiz gerekenleri öğrendiğimize göre bir de nereleri gezilir ona bir göz atalım:

Amerikan arabalarıyla ya da kiraladığınız coco taksilerle şehri turlayabilirsiniz. Yol boyunca renkli insanlar ve çok ilginç hayatlara tanık olacaksınız.

Şehirdeki tüm binalar çok eski. Ama turist çeken de bu. Restorasyonlar da devam ediyor.




Havana üç ayrı bölgeden oluşuyor:
  1. Eski Havana-Habana Vieja
  2. Merkez Havana- Habana Central
  3. Yeni Havana- Vedado

La Habana yani eski şehir kısmı rengarenk binalarla dolu. Çoğu koloniyal dönemden kalma. Soskaklarında müzik sesi eksik olmuyor. Bu bölgedeki gezi yerleri:
*Katedral Meydanı
*San Cristobal Katedrali
*Armas Meydanı(Plazas de Armas)
*Kent Müzesi (Museo de la Ciudad)
*Museo de Arte Colonial

Centro Havana'da Halklarını Özgürleştiren Liderler Parkında Atatürk büstü var. Puerto caddesinde.

*El Capitolio Nacional(Beyaz Sarayın kopyası)
*Museo de la Revolucion(Devrim Müzesi)
*Gran Teatro de la Habana (Büyük Havana Tiyatrosu)
*Güzel Sanatlar Müzesi(Museo Nacional de Bellas Artes)
*Cuban Nacional Ballet School( Bale okulu)
*Paseo de Marti (Araçlara kapalı yürüyüş yolu)

Vedado bölgesi, Havana'nın modern yüzü.

*La Rampa Caddesi
*Malecon(Kordon, sahil yolu)
*Hotel Nacional
*Plaza de Revolucion (Devrim Meydanı)
*Havana Üniversitesi
*Şehir Kütüphanesi

Devrim Meydanının eski adı Cumhuriyet Meydanı. Che, Fidel ve Jose Martin'in 142m.lik anıtı var. Hemen karşısında devlet binaları var. İçişleri Bakanlığı'nın duvarında Che Guevara'nın “Hasta la Victoria Siempre” sözünü yani “Sonsuza kadar zafer!” yazısını portresiyle birlikte görebiliyorsunuz. Hemen o binanın sağındaki İletişim Bakanlığı binasında da Camilo Cienfuegos'un da portresi var ve orada da “Vas bien Fidel” yazıyor.
















Zafer kazanılıp da Havana'ya girdiklerinde, ilk gece Fidel karşısındaki coşkulu kalabalığa bir konuşma yapıyormuş. Bir an durmuş, Camilo'ya dönmüş, ve “Voy bien Camilo?” diye sormuş. (Camilo, doğru yolda mıyım?). Camilo da yanıt vermiş “Vas bien, Fidel.” (Doğru yoldasın, iyi gidiyorsun Fidel).















Camilo da devrim dönemi için çok önemli bir kişi. Okyanus üzerinde iken talihsiz bir uçak kazasında, erken yaşta ölüyor. Cesedi asla bulunamıyor. İyi bir gerilla, bazılarına göre Che'den daha başarılı bir komutan ve esprili bir insanmış.Halk tarafından da çok seviliyormuş. Che kadar karizmatik ve en az onun kadar yakışıklıymış da. Kim bilir erken yaşta ölmeseydi belki de Che'nin değil de üzerinde Camilo'nun resmi olan tişörtleri giyiyor olacaktık.


Bu Devrim Meydanında Fidel Castro ve diğer liderler halka seslenmiş. 26 Temmuz ve 1 Mayıs kutlamaları, anma törenleri burada yapılıyor.











Plaza de Catedral yani Katedral Meydanında San Cristobal Kilisesi yer alıyor. Aslında Küba'da çok da kilise yok. Çoğu devrim öncesinden kalmış. Barok mimarisiyle yapılmış. Mimarı bu binayı, Kristof Kolomb'a ithaf etmiş. Bu meydanın etrafında keyifli vakit geçirebileceğiniz kafeler ve barlar var. Turistlerle para karşılığında fotoğraf çektirmek isteyen yerel kıyafetli insanlarla karşılaşabilirsiniz. Meydanın etrafında at arabalarına rastlayabilirsiniz.



Plaza de Armasi yani Armas Meydanı boyunca sahaflar sıralanmış. Kitap, gazete, yağlı boya, resim, fotoğraf, antikalar, plaklar bulmak mümkün.











Bu meydanda eski bir tapınak olan El Temple'yi görebilirsiniz. Havana Kent Müzesi de burada.












Plaza Vieja'da sanat galerileri var. Turkuaz renkli binaları çok hoş. Bira Müzesi burada. Kültürel bir gezi yapabilirsiniz bu meydanda.


















Vedado Bölgesindeki Malecon, Havana'nın kordon boyu. Akşamüzeri Kübalılar için buluşma yeri. Tam 8km.lik bir sahil yolu. Sahilin karşısında kafeler ve oteller var.


















El Capitolio Centro Habana'daa yer alıyor. Beyaz sarayın tam bir kopyası. Küba Bilimler Akademisi ve Ulusal Teknoloji Kütüphanesi de tam içinde yer alıyor. İleri dönemde meclis binası olarak kullanılması düşünülüyormuş.














Paseo de Marti Caddesi ya da Prado Caddesi, araçlara kapalı, halkın yürüyüş yaptığı, banklarda oturduğu, satranç oynadığı bir cadde. Sonu denize çıkıyor. Sağlı sollu istediğiniz sokağa dalabilirsiniz.


















Museo de La Revolucion yani Devrim Müzesi de Centro Habana'da yer alıyor. Zamanında başkanlık köşküymüş. Komünizmden sonra müzeye dönüştürülmüş. 1956'da Che ve Castro'nun da olduğu 82 Küba devrimcisini Hvana'ya taşıyan Grama teknesi de bu müzenin bahçesinde. Küba Devrim tarihine yakından bakmak isteyenler gidebilirler.

Küba'da seyahat etmenin en kolay yolu bale yapmak. Bu nedenle aileler çocuklarını bale okullarına gönderiyorlar. Girebilirseniz bu okulu da ziyaret edebilirsiniz.

Evet gezimiz bitti.  Bu güzel şeyleri herkes anlatıyor. Ama biz nasıl gezdik ve aslında ben Küba'ya karşı bu geziden sonra  neler hissediyorum, Venezuela'dan Küba nasıl görünüyor  yazısı bir sonraki yazıda.. Hepinize iyi gezmeler...

Not: Varadero Havana arası 1,5-2 saat. Klasik bir tatil köyü. Belek gibi. Çok fazla anlatacak şey bulamadım. Fotoğraflarla anlatmak daha kolay geldi. Fotoğrafların tamamı bana ve eşime aittir. Daha fazlası için instagrama bakabilirsiniz.
@oykumce_  
@ mrsmhmt 












2 Ocak 2017 Pazartesi

MÜKEMMEL BİR ANNE DEĞİLİM



Geçenlerde bir arkadaşımın instagram fotosunu gördüm, yumurta kolisiydi paylaştığı. Siparişinin, bizzat bildiği bir çiftlikten eve ne kadar hızlı bir şekilde geldiğinden bahsediyordu. Türkiye'nin en en en organik yumurtalarını çocuğuna yedirebildiği için çok mutluydu.

Basit bir foto paylaşımı ile düşüncelere daldım. Burada oğluma yedirdiklerimi sorgulama gibi bir şansım yok. Sosyalizm stili, her şey tek tip. 

Ben de ne kadar çok şey biliyordum(!), oğlumu en iyi şekilde besleyebilecek yerleri de biliyordum ülkemde. O doğmadan başladım organik annelik(!) okumalarıma. Eşimin ve benim ailelerimiz de köy kökenli, yani doğalın tadını da biliyorum. Ama Venezuela'da bildiğim hiçbir şeyi uygulayamadım. Beklentimin hep tam tersi oldu. Bilmemek en büyük mutluluk derler ya, doğru. Okudukça daha da derine gidiyorsun. Bildiklerini bir de gerçekleştiremedin mi, o his seni yiyor adeta...

Yumurtanın, sütün, yoğurdun, unun en organiğini yedirebilmeyi isterdim. Özellikle ilk 3 yaşın beslenme düzeninde ne kadar önemli yeri olduğunu söylüyor uzmanlar. “Ne yiyorsak oyuz”u kendimde uygulayamasam da, oğlumda uygulamak istedim. Ama ne mümkün!

Anne sütünü 17 ay aldı. Bu beni mutlu ediyor. Çünkü anne sütünün faydaları saymakla bitmiyor. İki yaşına kadar emzirmek isterdim ama dayanamadım. Psikolojim buna izin vermedi de diyebilirim. Günde bir kez mama takviyesi aldı, o da keçi sütü bazlı mamaydı. Burada bulamayınca, her gelenden bir kutu istedik. Mama dönemini de 17 aylıkken bitirdik.

Süt alerjisi olduğu için yoğurt ya da süt takviyesi yapamadım. İnek sütü hakkındaki iddialar sebebiyle de buna çok üzülmedim. Keçi sütü bulmak imkansızdı Karakas'ta. İnsanların normal sütü bile bulamadığı bir yerde, uzun bir süre keçi sütü lazım diye sızlandım etrafıma. İspanyolcası olan bir arkadaşım, farklı bir kentten bir seferliğine 5lt getirtti sağolsun. Ama havanın sıcaklığı sebebiyle Karakas'a bozulmadan getirtmek imkansızdı. Bir daha da bulamadık zaten.

Bufalo yoğurdu olarak satılan kutu yoğurtlar da süt tozundan yapılıyordu. İçine de ekstradan laktoz katılıyordu. Hayatımda ilk kez dehidrate edilmiş sütü burada gördüm. Başka bir çareleri olmayınca, Venezuellılara sorsanız yedikleri çok sağlıklı.
Bufalo yoğurdu ile UHT süt mayalamaya çalıştım, olmadı. Burada hiçbir şey saf değil. Her şeyin içine ekstradan folik asit, demir, vitamin ve laktoz ekleniyor. Uzun bir süre direndim, en sonunda en azından kendimize süt tozundan yoğurt mayalamaya başladım. Oğlumun yoğurtsuz kalışı benim için üzücüydü, hele kefirsiz kalışı... Tüm bunlara rağmen vücut direnci yüksek bir çocuk olduğu için, hastalıksız atlattık bu dönemi de.

Meyvelerine diyecek hiçbir sözüm yok. Ananas, muz, avokado, leçosa(papaya), nispero gibi meyvelerden bolca tükettiği için şanslı. Tatlı patatesi de eklemem lazım. Öğünlerinden hiç eksilmedi. Bunları da Türkiye'de bu bollukta bulmak zor. 
Chia tohumu ve kinoa da buldum burada. Eşim diyor ki sanki biz bunlarla büyüdük. Büyümedik tabi ama hepsi sağlıklı besinler, bulsaydık ailemiz yedirirdi herhalde. 

Büyük firmaların latin ırkı üzerindeki planlarına dair efsaneler dolaşır internette, hiç denk geldiniz mi bilmiyorum. Ben de okuduğumda “Daha neler!” demiştim fakat burada geçirdiğim iki yılda “Acaba mı? diye sorguladım. Çevremdekiler, son zamanlarda kısırlığın artışına vurgu yapıyorlar. Yediklerinin sağlıklarını olumsuz yönde etkilediğini farkındalar ama yemek zorundayız yoksa aç kalırız diyorlar.

Sebzeler ve diğer gıda malzemeleri Rusya'dan, Çin'den ve komşu Latin Amerika ülkelerinden geliyor. Rusya'nın ülkesine giren her şeyi ne kadar büyük bir titizlikle incelediğini bilirsiniz. Hormonluysa, tarım ilacı kalıntısı varsa kapıdan giremezler. Tahminimce, bu giremeyen, satılamayan, elde kalan ne varsa sanki burası dünyanın çöplüğüymüş gibi buraya gönderiliyor. Çünkü dış borcu çok fazla ve en iyisini alacak parası yok devletin. Merdiven altında imal edilen ne varsa burada.

İnternette dolaşan bir haber var, Venezuela'da GDO yok, tohumların girişi yasak diye. Külliyen yalan. Monsanto firmasının ilk pazarı Arjantin ve Brezilya. Yani oradaki ürünlerin hepsi de burada olduğuna göre, burası GDO'nun ana vatanı gibi. Salatalık ve patlıcanlardan bunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Çekirdekleri dile gelip konuşacak gibi duruyorlar.

Niçin kendi ülkelerinde yetiştirilmiyor? Bu soruyu ben de hep soruyorum ama cevabı yok. Harika bir iklim, bol yağışlı hava.... Yapmıyorlar işte... Ülkede üretim yok denecek kadar az. Gelen ürünlerin paketlenmesi yapılıyor sadece Venezuela'da. O kadar.

Mısırın genetiği değiştirilmiş bir ürün olduğunu hepiniz gibi biliyorum. İlk bir sene mısır unu dahil kullanmadım. Soya yağını eve bir şekilde girmiş olanları bile elden çıkardım, sağa sola verdim. Kapış kapış gittiler, çünkü burada yağ ve un bulmak zor. Nasıl olduysa birer şişe ya da paket kalmış, son altı aydır beyaz un ve yağ bulamayınca kullanmak zorunda kaldım.

Şekere bu kadar düşkün bir başka millet var mıdır bilmiyorum. Bir restorana gittiğinizde garsonların sorduğu ilk şey ne içeceğiniz. Kavun, karpuz, şeftali, çilek, leçosa, portakal, ananas suyumuz var derler. Burada yaşamanın en sevdiğim nadir kısımlarından birisi bu meyve suları. İçine katılan suyun hijyeninden şüphem olsa da bolca içtik. Ama bu doğal meyve sularına bile şeker koyarlar(dı).

Şeker kıtlığı tavan yapınca, her şey şekersizdi dışarıda. Bulabildiğiniz şekerler de aşırı kalitesiz ve eski tarihli. Şeker zararlı, biliyoruz. Ama olmayınca beyin onu istiyor. Pudra şekeriyle idare ettik bir ara. Şeker kamışından yapılma kahverengi, sözde sağlıklı, fiyatı da nispeten daha uygun olanlarla kek yaptım. Sağlıklı olsa fiyatı niye daha uygun olur değil mi? Satış aleminde fiyat yüksekse, o ürünün sağlıklı olma ihtimali artıyor. 
Dışarıdan ürün getiren bir market bulmuştuk, orada aliminyumsuz sodyum bikarbonat görünce çok üzülmüştüm. Aliminyumsuzu varsa niye diğerini pazarlıyorlar ki?

Mısır unundan yaptıkları arepaları evde de yapmaya başladım son aylarda. Çünkü un yok ve fırınlarda ekmek yok, bu sebeple de çoğu fırın kapanıyor. Mısır unu, , su ve tuz ile kahvaltılık küçük ekmekler hazırlıyorsun ve sıcakken aralayıp bolca peynir ve avokado dilimi koyabiliyorsun. Oğlum da bayıldı arepaya. 1 saatte yese de bir tanesini, karnı tok tutuyor.


Normal unlarıyla (bulursaniz tabi) kek yapınca kabarmıyor mesela. Hamur açamıyorsun. Çünkü kalitesi gerçekten düşük. İçinde ne olduğunu bilemiyorum.

Keçi peyniri bulduk diye çok sevinmiştik, içeriğini bir okuduk, ekstradan laktozlar, asit düzenleyiciler, koruyucular. Ah diyorum ah, evde labne, kefir, yoğurt hazırlamak vardı oğluma....

Komşum diyor ki, “Zamanında burada İtalyanlar, İspanyollar ve Portekizliler yaşardı. Ama ülkeyi terk ettiler. Onlar ayakkabının en iyisini yaparlardı. Kıyafetlerin en kalitelisini. Peynirlerin en lezizini. Şu anda yediğimizde hiç tat yok, sırtımıza giydiğimiz de kaliteli değil. Üstelik ateş pahasına. Bu yüzden ne bir şey yiyesim var, ne de yeni bir kıyafet alasım.”

Uzun lafın kısası şu ki, üzgünüm oğlum. 

GDOsuz ürünlerden ve her şeyin en kalitelisinden yedirmeyi isterdim.
Keçi sütünü her gün içmeni isterdim.
Ama yok.

Anneanne, babaanne kurabiyeleriyle, börekleriyle tanışmanı isterdim. Yakın aileden uzakta seni büyüttüğümüz için üzgünüm.

Burada hayatımıza giren sevdiğimiz kim varsa, yakında yanımızda olamayacak. Nereye gidersek gidelim bu böyle. Umarım bununla başa çıkacak şekilde güçlü yetistirebiliriz seni. 

Kıyafeti çok önemsemiyorum. Tropikal iklimde çok fazla bir eksikliğini hissetmedim az kıyafetin.
Ama sana alerji yapmayan, en kaliteli bezlerden bulamadık bazen. 

Sivrisinekler ne yaparsam yapayım seni ısırdılar. Gece boyunca kaşı diye yalvardın, kabuk bağladı yaralar, çünkü sen de her çocuk gibi onları tırnakladın. Vücüdunda onların izi kalmaz umarım. 

Seni pis, tortulu, kokulu, paslı sularla yıkamak zorunda kaldığım için üzgünüm.
Bulaşıkları da bu sularla yıkayarak, sanki temizleniyorlarmış gibi babanı ve seni, en başta kendimi kandırdığım için üzgünüm.

Su sıkıntısı, bulamadığımız gıda malzemeleri, uykusuzluk, yalnızlık, derin düşünceler derken, sinirli bir anne olduğum için çok ama çok üzgünüm.

Gıda çok önemli evet, ama ilk iki yaş anne ile çocuğun arasındaki ilişkinin temeli. Psikolojin daha önemli. Buna zarar verdiysem üzgünüm.
Sana fiziksel olarak hiçbir şiddet uygulamadım tabi ki, ama psikolojik olarak kendim zorlandığım kadar, seni de zorladım üzgünüm.
Yemek yemek istemediğinde, sabırsız davranıp sesimi yükselttim.
Uykuya direndiğin için ağladım, kızdım sana biraz da, niye gözlerini kapatmadın diye. 

Çok şükür ki çok sağlıklıydın. Ama hastane yoktu doğru düzgün, ilaç yoktu. Adamakıllı doktor yoktu. Sana bir şey olacak diye çok korktum üzgünüm. 

Güvenlik sıkıntısı sebebiyle güzel havaya rağmen seni çok fazla parklarda, sokaklarda gezdiremedik. Sana fazla korumacı davrandım tedirginliğim sebebiyle, üzgünüm. 

Sen bizim senelerce beklediğimiz biriciğimiz, tek oğlumuz, gözbebeğimizsin. Sana daha iyi bir hayat sunmayı isterdim. Elimizden gelen buydu. Üzgünüm.

Belki daha iysini yapmalıydım. Seninle 2 yaş sendromunu bildiğim halde inatlaştım bazen, üzgünüm. Daha iyi olamadım.

Daha çok oynamalıydım, belki de sana kendini bize yük gibi hissettirdim üzgünüm.

Suçlayacak kimse yok. Sebebi benim. Her türlü olumsuz koşula rağmen sükunetimi koruyamadım bazen. Toleransım çok azdı herşeye. Üzgünüm.

Kafam o kadar doluydu ki, o kadar çok endişeliydim ki şimdiden, gelecekten.... Senin çocuksu hallerinle an'a dönebiliyordum, huzur bulduğum tek yer o anlardı. 

Kendime bu kadar çok yüklenebilecek kadar sinirlerim bozuldu burada.

Mükemmel değilim, hiçbir zaman da olmadım. Olmaya çalıştığım için üzgünüm.

Bazen şunu bile düşündüm. İtiraf ediyorum ki, annelik herkesin anlattığı kadar da güzel gelmedi bana. Bunun sebebi sen değildin tabi ki. 

Sanal alemde paylaşılan her güzel cicili bicili aile fotosunun arkasında da benim yaşadıklarımı deneyimliyor her aile, biliyorum. Bunları yaşayan tek ben değilim.
Bizim kültürümüzde sosyal bir gerekliliktir evlenmek, çocuk yapmak, sonra ikincisi, belki üçüncüsü. Her kadın, bu yaşanılan zor sürecin normal olduğu fikriyle büyütülür. Kimse "Annelik çok zormuş be!" bile diyemez. Ayıplanır. Bana da buradan laf sokan çok olur eminim. Ama hislerimi anlatmak niye kötü olsun ki? Seni çok istememize rağmen buradaki şartlar yüzünden büyütürken zorlandık. Aileden yakın birisine vereyim de biz de sinemaya gidelim ya da uyuyayım diyemedik. Yedi yirmidört rutinimiz aynıydı. Kaçışlar yapamadık ruh sağlığımızı sağaltan. Aile ne kadar da önemliymiş! Kalabalık bir ortamda, daha çok oyunla büyütemedik. Her yük bizdeydi ve bazen taşıyamadık üzgünüm.

2017'nin ikinci gününde yazıyorum bunları. Buradan gitmemize 20 gün var. Yeni bir yıl, yeni bir sayfa... Sana ve kendime söz veriyorum:

Seninle daha çok oynayacağım,
Daha sakin olacağım,
Daha çok okuyacağım,
Daha çok yazacağım,
Daha çok yoga yapacağım,
Daha çok kendimi mutlu edeceğim,
Zamanımı daha iyi yöneteceğim.

Çünkü yeni ülkede hayatımız daha NORMAL olacak. Endişelerimiz azalınca, eminim herşey daha iyi olacak.
Belki bir gün bu yazdıklarımı okursun.
Seni çok sevdiğimizden hiç şüphen olmasın.


Not: Bu not kısmını yazıyı yayınladığımdan bir gün sonra ekliyorum. Annem okuyunca kendime bu kadar yüklenmeme çok üzülmüş. Biliyorum, çok yükleniyorum. Burada yaşadığım her şey benim elimde olmayan, kontrol edemediğim şeyler. 
Yaşadığımız dünyada öyle kötü şeyler oluyor ki, bugün var, yarın yokuz.Niye kendimi bu kadar hırpalıyorum ki? 
İnsanlık çok daha ağır acılar yaşıyor. Hepsinin hassasiyetini duyumsuyorum maalesef. Hem de çok fazla. Öyle şeyler oluyor ki, insan kendi acısını yaşamaktan utanır oldu. Bunları anlatırken bile diyorum ki git işine, millet can korkusu yaşıyor, sen ne derdindesin. 
O yüzden, önce ilk başta kendimden özür diliyorum. Bazen algılarımın çok fazla açık olması bana acı veriyor. Of çok dramatik oldu bu yazı. Yazarken sıkıldım. 
Kendime daha az zarar vermenin tek yolu, sanatla, kitapla, sporla iç içe huzurlu, daha özgür bir yaşam. Bunu bu ülkede sağlayamadım. Kaçışlarım, nefes alışlarım olamadı. Yeni yaşam yerimizde her şeyin daha iyi olacağına inanıyorum, biliyorum. 
Daha iyi, enerjik yazılarda görüşmek üzere, sevgiler...









1 Aralık 2016 Perşembe

NASIL OLSA GİDECEĞİM

Kadın olarak, anne olarak yaşamak diye başlayacaktım söze, ama burada insan olarak yaşamanın zorluğu daha ağır bastı.

Evet yine şikayet edeceğim. Biliyorum bıktınız. Güzel bir şey yok son zamanlarda. Şikayet edeceğim son yazı bu olur umarım. Ben de şurayı gezdim, şurada bunu yedim içtim gibi şeyler yazmayı hasretle bekliyorum.

Evimizin manzarası
Dört gündür sular yok. Bu yüzden gerginim biraz. Hoş, ben artık hep gerginim burada. Hijyen yokluğu, beni deli ediyor. Depoladığımız su da kirli çünkü. Dibe çökenleri görmek istemiyorum, gözümü kapatıyorum artık. Suyu yavaş yavaş başka bir kaba alırsam, dibindekileri dökmeden başka bir amaç için kullanabiliyorum. Bu sabah banyo suyu kaynattık o kokulu, iğrenç sulardan. Kendimi acındırmak için falan yazmıyorum bunları. Durum bu. Kaynatıp kullanırsan sorun yok. Kokuyo ama olsun. Ama her zaman da geniş vaktin olmuyor. Amaaan diyorsun ve dökünüveriyorsun suyu. Sabunladım mı tertemiz oluveririm sanıyorsun. Türkiye'ye gittiğimde, banyoya gireceğim ve temiz su akan duşun altından saatlerce çıkmayacağım. Çok yağmur yağınca alt yapı yetersizliği sebebiyle borular patlıyor. Normalde bir günde tamir edilecek durum, dört gün oldu halledilemedi. Burada her şey böyle. 6 aydır garaj kapısı bozuk, tamir edilemiyor. Apartmanda lambalar patlamış. Lamba yok memlekette, alınamıyor.

Gel de sosyal devlet olgusunu sorgulama. Insanların birincil ihtiyaçları karşılanamıyor burada. Yemek mi, en kalitesizi, çoğu yok zaten, olanları da halk alamıyor. Su mu, su leş gibi, haftanın iki günü ya var ya yok. Bizim apartmana ait büyük su tankı olmasa, biz de haftada sadece iki gün su alabileceğiz. Bu hafta o da bitti, o yüzden susuz kaldık. Bazı bölgelere elektrik de verilmiyor. Hayat burada çok farklı, çok...
İşin ironik kısmı, şu anda bunları yazarken bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ama evde su yok. Balkon olmadığı için de yağmur suyunu alamıyorum. Eğer bir gün daha uzarsa, aşağı inip, damacanaları koyacağım yağmurun altına. Belediyelerin yapamadığını ben kendim yapacağım.

Dün bir de evde temizlik vardı. Damacanadan dökme suyla bulaşık yıkadık, yemek yaptık, evi sildik. Burada her şey mış gibi. Su kirli, bulaşıkları o suyla yıkasan ne olur! Her kullanım öncesi içme suyuyla tekrar çalkalamak zorunda kalıyorum.

Kendimi Nuri Bilge Ceylan filmlerindeki baş karakter gibi hissediyorum. Uzun bir sessizlik, sonra mutfak lavabosunda yürüyen karıncaların geliş sesleri... Lavaboda kalan kirli bulaşıkların istilasını izliyorum bazen. Su ha gelir, ha gelecek diye çeşme açık, borulardan gelen sesleri dinliyorum, kulağımı duvara dayayıp. Sular kesik olduğu dönemlerde sabah 6.00-6.30 arası, öğlen 12.30-13.00 arası, akşam 19.30-20.00 arası sadece onbeş dakikalığına veriliyor. Son dört gündür o da yok ama ben yine de dinliyorum suyun gelişini umut ederek. O ses çok küçük bir ses olmasına rağmen kafamın içinde gittikçe büyüyor.
Komşuların ana boruyu dinlemek için aşağıda toplanması geliyor aklıma. Halbuki vakit ne değerli! Niye parkta dolaşıp, güzel şeyler paylaşmak varken, yemek ya da su konuşmak zorundalar? Yaşlı başlı, iyi eğitimli insanlar, aşağıda borudan gelen sesleri değerlendiriyorlar: “Bugün su gelir, 1 saate gelir, yok gelmez.” “Yakındaki markete pirinç gelmiş, kimlik numaranın sonu ne? Sıraya gir yağ da var al.”

Eve gelen yardımcı teyzemi oğlu aradı geçen gün. Teyzem kahkaha patlattı.
Ne oldu Senyora?
Unicasa markete yağ gelmiş, pirinç gelmiş. İşini gücünü bırak koş annee! diye şaka yapıyor benim oğlan.”
Trajikomik. Çünkü annesi haftanın iki günü dükkan dükkan geziyor eve erzak alabilmek için. Muhtemelen tek konuştukları şey bu. Artık şakaya vuruyorlar.

İnsan en çok ne ister? Güvende olmak.
Burada kendini güvende hissediyor musun? Kocaman bir HAYIR.
Karnını doyurmak ister. Doyurabiliyor musun?
Kaliteyi aramayacaksan, açlıktan ölmezsin. Çöple doldurursun mideni. Arada güzel meyveleri var, onunla takviye edersin.

İstif kültürü adını verdim ben burada ihtiyaç temin etme durumuna. Malzeme sıkıntısı olduğunu biliyorsun. İşin gücün zaten market dolaşmak. Gördüğün anda da beş kilo alıyorsun. Bu sefer onlar bozulmasın diye tüketmek için hep yiyorsun. Arkadaşlarıma yaptığım yemeklerin fotoğraflarını gönderiyorum. “Orada kıtlık olduğuna emin misin;?”diyorlar. Normalde bu kadar çok tatlıyla uğraşmam. Un bozulmasın diye habire fırına atıyorum bir şeyler. Oyalanıyorum hem.
Niye alıyorsun? Alma.” diyeceksiniz. Bebek olunca almamazlık edemiyorsun. Ya biterse?

Mesela uzun bir süre tereyağı hiç gelmedi. Yok olan bir şeye daha çok ihtiyaç duyuyorsun. Normalde alışkanlığın olmasa da onu kullanmalıyım üzerine çalışıyor zihin. Komşumun zihni benden farklı. Almıyor. Yoksa almayacağım diyor. Bachakerolardan da (Marketlerden malzemeleri bire alıp ona satan aracılar) sistemi desteklememesi adına almıyor. Çünkü onlar marketlerden çok çok aldıkça, ihtiyacı olanlara yiyecek ulaşamıyor” diyorlar. Haklılar. Ama devlet onlardan haberdar. Uzun sıralarda da beklemiyorlar. Meyve yeriz, ne varsa onu yeriz diyerek karı koca eriyip gittiler. Fena mı olur ben de öyle yapsam, azıcık kilo versem. Yapamam. Bir de yemek yemezsem, iyice kafayı sıyırırım gibi geliyor.

Dünyanın en pahalı Nutellası burada satılıyor. Her şey dışarıdan ithal olunca normal tabi. Evde yapayım dedim, fındık yok. Eve temizliğe gelen teyzemiz kızının yanına gitti Kolombiya'ya. Dönüşte bize bir kavanoz Nutella getirmiş. Normalde Türkiye'deyken almıyordum ama bir tatlı geldi. Bitmesin diye gıdım gıdım yiyoruz.

Hindistan'da ya da Latin Amerika ülkelerinde insanların neden mutlu olduğuna dair bir fikrim var. Adamlar yoksul ama mutlu. Çünkü temel ihtiyaç malzemelerine ulaşmak zor. Olunca da çocuk gibi seviniyorsun. O sürprizmiş gibi geliyor insana.
Hayat çok sürprizlerle dolu, ay ne güzel bir hayatım var, bak yoktu pirincim, şimdi ulaştım, oh ne mutluyum.” havasında dolaşıyorsun. Ben daha bu kafaya gelemedim. Seviniyorum tabi bulunca ama onlarınki bir başka. Bildiğin karnı aç, kılık kıyafet pejmurde, ama sanki bir hap almış gibi mutlu şarkılar söyleyerek geziyor.

Uzun bir süre tam tahıl unu yoktu bu arada. İmport malzemeler satan bir dükkana gelmiş. Nasıl sevindim anlatamam. Alıverdim yarımşar kiloluk beş paket. Yüzümde salakça bir gülümsemeyle dolaştım reyonları zafer kazanmış bir komutan edasıyla... Yokluk yaratacaksın önce, sonra ulaşınca bak nasıl mutlu oluveriyorsun.

Eşim bizim burada olmadığımız ilk 8 ay, eve deli gibi istiflemiş herşeyi. Dolapların fotoğrafları vardı ama silmişim. Sanki evde bir dükkan var. Açsak açardık bir işletme. Bitmesi muhtemel olan şeylerden eve doldurmuş her birinden yirmişer tane. Çok kızmıştım, ne gerek var diye. İlk başta gereksiz diyerek ve bozulmasınlar diye sağa sola verdim. Komşulara, eve gelen yardımcıya.
Soya yağını niye kullanayım ki GDO'lu o. Kullanmam. Ton balığı yemem, içinde civa var. Bulaşık deterjanı fazla.. Onları da ver, Deterjan fazla, dağıt dağıt.”
Dağıta dağıta, biz onlara ihtiyaç duyar hale geldik. Yağ bulmak sıkıntılı. Zeytinyağı çok pahalı. Bulursak alıyoruz. Kızartma için ayçiçek, mısırözü yağını bulmak mümkün değil. İstemeye istemeye kanolaya razı oldum. Kızartma yaparken de kalan bir şişe soya yağını kullanıyorum ne yalan söyleyeyim. Son iki küçük kutu ton balığı kalmış. Sular olmayınca büyük yemeye girişmeyeyim diye onu da kullandım. Bu tip şeylere ne kadar çok dikkat ettiğimi beni tanıyanlar bilirler. Ben bile “tamam ya kullanalım ne olacak.” dediysem, vay benim halime!

Cine Citta denen bir market keşfettik bir buçuk sene sonra. Amerika'dan getiriliyor her şey. Uçuk pahalı. Yani gücüm olsa bile niye alayım ki diye düşündürtüyor, o kadar pahalı. Ama bazı ihtiyaç malzemeleri için kapısını çalıyoruz sık sık. Bebek bezi mesela. Son iki paket kaldı. Oraya da gelmemiş. Düşünüyorum kara kara, bez olmazsa ne yaparım diye. Bachakerolarda da malzeme yok artık çünkü. Bir paket beze 100 dolar vereceğim, getir desen, yine de bulamıyorlar. XXG zaten çok zor.
Bir ara ekolojik bez dikeyim mi diye de araştırdım internetten. Dikiş yapamam ki ben, ona rağmen baktım. Suyun zırt pırt kesildiği yerde nasıl tuvalet eğitimi veririm? Erkenden tuvalet eğitimine başlatmak da doğru değil.
Yurtdışına her çıkandan istemek de yordu bizi. Artık kimseden bir şey istemek gelmiyor içimden.
İki ayda bir kurye gelir buraya Türkiye'den. Tanımadığımız birisiyle yazışırız önce, o kişiyi ikna ederiz “Kendimiz için değil, oğlumuz için tarhana, zeytin, keçi sütü istiyoruz.” diye anlatırız uzun uzun. Yeri yoktur tabi ki doğal olarak. Bu bile olay olmuş ve “Karakas'takiler bebek bezi bile istiyorlarmış”a çıkmış adımız. Halbuki hiç bebek bezi istemedik. Süt alerjisi var ben ne yapayım? Buradaki soyalı mamalardan mı içireydim? Bu mamalar gayet normal burada. Artık onu da bulamıyorsun ya. Bulan lıkır lıkır, çekinmeden veriyor bebesine.

İnsanlardan bir şey istemiyoruz bu yüzden artık. Ruhumuz yoruldu.

Ruhum gerçekten yoruldu. Sabahları iki buçuk saat vaktim var. Yemek varsa, ev de temizse, kendim için bir şeyler yapabilirim değil mi? Yapmıyorum. Oturuyorum koltuğa, pencereden dışarı bakıyorum uzun süre. Alık alık bakıyorum hem de. Hiçbir şey düşünmüyorum aslında. Parmağımı kıpırdatmak gelmiyor içimden. Ne yapacağım diye düşünsem, elbet yaparım bir şeyler. Bazen yoga yapıyorum, bazen şu anda olduğu gibi yazıyorum, bazen çok yakın bir arkadaşımla konuşuyorum. Bu arkadaşımla da burada birbirimizi yeniden keşfettik. İkimiz de aynı durumdayız. O İran'da ben burada. Aramızda inanılmaz bir uzaklık var. Şartlar farklı olsa da, yaşam tarzının tamamiyle değişmesinden kaynaklı ruh yorgunluğumu bir onunla paylaşıyorum. Yazınca da rahatlıyorum, o yüzden karalıyorum konuşur gibi... Bir amacım yok. Bana acıyın, beni görün, fark edin, ilgilenin.... Bunlardan birisi bile aklımın ucundan geçmiyor.

Madem bu kadar dayanılmaz, niye gitmiyorum?
Aile olmanın ne anlamı kalıyor ki o zaman? Hep ayrı yaşayacaksak, niye evlendik, bir de bir canlıya hayat verdik? Bunu denedim, o his de tatmin edici değil. Ana baba evi olsa da artık oraya ait değilim çünkü.

Biraz daha dayanmalı, güçlü olmalı. Buradan daha iyi bir ülkeye birlikte gideceğiz.

Kendi kendime yeni oyunlar buldum.
Mesela, son bir şişe bulaşık deterjanı kalmış. O bitince gideceğiz diye eğliyorum kendimi.
Son bir tüp diş macunu, niye yenisini alalım, bitince gideceğiz. Totem gibi yani.
Son şampuan, son paket un, şeker, yağ... Hepsi bittiler... Biz buradayız.

Niye bekliyorum? Neyi bekliyorum? Yaşam anda saklı. Anı hisset vs... Gel beraber hissedelim.
Detaylarda boğuluyorum. Yemek yaparken bangoya yaslanıyorum ve karıncalar göbeğim vasıtasıyla vücudumda geziyorlar şu anda. Hissediyorum onların minnak ayaklarını, nefesime odaklanıyorum. Suyun sesini dinliyorum borulardan, yaşamda, anda bunlar var. Nefesime dönsem de sinirlenmekten alıkoyamıyorum kendimi. Ama bu sinirlilik hali artık tuhaf bir forma dönüştü. Hissetmiyorum bir şey. Tepkisizim. Nuri Bilge Ceylan bizim evde bir film çekiyor ve benim haberim mi yok diye düşünmeye başladım. Her şey yavaş, sessiz, doğanın sesleri var sadece...

Anda yaşa demek de bana itici gelmeye başladı artık. Çünkü toplum olarak zaten hislerimizi bastırmaya yönelik büyütülmüşüz. Hep güçlü olmak zorundayız. Zaten kendimizi ifade problemimiz var. Niye kendimi zorluyorum?
Anda kalmalıyııım, anda kalmalıyıım, üzülmemeliyiiim” derken aslında kendimizi zorlamış olmuyor muyuz? Hissettiklerim bunlar, yaşadıklarım bunlar, içime atıp ne yapayım?. Gözlemlemeye çalışıyorum, yani her şeye uzaktan bakmak da bir çözüm. Tahammülüm kalmadı yüreğimde, yapamıyorum. Drama Kraliçeliği yakıştırması tam da bu noktada başlıyor belki de. Acımdan beslenmiyorum onlar gibi. Yaşadığımı hissetmenin en kötü yolu acılar.
Paylaşınca biraz olsun rahatlıyorum, negatif enerji başkasına geçiyordur elbette. Buradaki komşularım beni rahatlatmaya çalışıyor:
Nasıl olsa gideceksin, böyle düşün.”
Ah güzel insanlar, aklım nasıl sizde kalacak, bir bilseniz.

Güzel yazılar paylaşmak umuduyla....